2.2.3. Aşk Şiirleri

Cahit Sıtkı Tarancı’nın ailesine, arkadaşı Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektuplardan ve dostu Şemseddin Kutlu’ya anlattığı bir hatıradan, onun kişiliği, şiiri ve hayatı hakkında ip ucları almamız mümkündür. O hatırayı şöyle anlatıyor:
“Galatasaray Lisesi’nde idim. Arkadaşlarımın çoğu varlıklı, iyi giyinen, gösterişli çocuklardı. Ben giysem, onlar gibi kendime yakıştıramaz pısırıklıktan kurtulamazdım. Çoğunun ceplerinde güzel, fettan kızlardan gelmiş mektublar, resimler bulunur; övünə övüne bir birine okuyup gösterirlerdi. Onların bu başarılarını gördükce içim içimi yerdi. Geceleri yatakhânede pısır pısır, bu çeşitten kahramanlıklar anlattıkca benim gözüme uyku girmezdi”.
Yukarıda görüldüğü gibi kendi hâlinde kendini yakışıklı bulamayaşından rahatsızlık yaşar ve başkalarından eksiği olduğu için karamsar ruhlu, hoşutsuz olurmuş. Ama farklı yanlarını da görmüş ve hatıranın devamında şöyle anlatmıştır:
“Ben bunların çoğundan daha derin, daha duygulu, daha anlayışlıyım; üstelik bâzı dergilerde şiirlerim de çıkıyor. Onlardan eksiğim yok, fazlam var. Hal böyle iken neden benim de kız arkadaşlarım olmuyor; yollu tasalarla, sabahlara kadar, yastığımda döner bire dönerdim.
Tatil, yahut paydos oldu mu, bu hızla okuldan dışarı fırlar, Tünel’le Taksim arasında melil mahzun mekik dokurdum. Ama faydasız, yine de okula eliboş dönerdim. Bu uzun süre böyle gitmişti. Baktım ki bu işin sonu yoktu. Arkadaşlarıma karşı da, kendine karşı da zor durumda kalıyordum. Nihayet buna bir çare buldum;
Kafamda, kendi zevkime göre bir sevgili yarattım. Ona boy pos verdim, kaş göz düzdüm, adını koydum. Artık benim de hiç değilse arkadaşlarıma anlatacak bir “kızım” vardı. Anlatmaya da başladım. Yalnız ne var ki, bunu belgelendirmek gerekiyordu.
Bir gece kuytu bir köşede yazımı değiştirerek, özene bezene, bu düşten sevgilimin ağzından kendime bir mektup yazdım. Beşiktaş postahanesine gidip oradan adıma postaladım.
Mektubun elime geçtiği günkü heyecanımı anlatamam, bu gerçekten, sahici bir kızdan gelseydi ancak o kadar duygulanırdım. Bir süre sonra bu mektupları arkadaşlarıma okurken onlar:
- Cahit sen tam dengini bulmuşsun. Sen şair, o şair... diyorlardı.
Bu mektuplaşma böylece yarım yıl kadar sürdü. Sonunda, galiba ben vefasızlık ettim: Mektuplaşmayı kestim.”
Bu çalışmada önde yazılmış olan “Tarancı’nın hayatı” kısmında onun ilk sevgilisinin Beşiktaşlı olduğunun üzerinde durmuşuzdur. Ve bazı şiirlerinde “Vefasız çıktın, Beşiktaşlım” demesi de belki yukarıda anladığımız hatıradaki “boylu poslu kız”dır.
Görüldüğü gibi, Tarancı’nun aşk konusunda da kötümser olduğu her zaman olmuştur. Ve onun bu hali, yani hayata bakışlarındaki karamsarlık onu açıktan açığa veya sezdirme yoluyla hep ölüm düşüncesine sürükler. Ama dini, tasavvuf inancı olmadığı için ölümü yenemez, bir kader olarak da kabullenemez. “Ah aklımdan ölümüm geçer” deyişinde olduğu gibi hep zihnini kurcalayan kaçınılmaz sonucu, tedirginlik verici bir felaket gibi yaşamıştır.
Cahit Sıtkı’da marazlı içliğe râğmen, Necip Fazıl’da gördüğümüz devimsi sıkıntı ve hafakanlar yoktur. Ama onun sürekli bir hoşuntsuzluk, elem, “üzüntü” havasi içinde yaşaması, üstelik bağlandığı şiire, hayatının anlamı sayacak kadar değer vermesi onun kişiliğinin Ahmet Haşime benzeyişini görebiliriz. Tarancı’nın Mehmet Kaplan’ın da vurguladığı gibi “anın mühim olması” ve anı yaşaması, onun dışından pek çıkmaması onu diğerlerinden ayırıyor. Gerçeküstü ve metafizik alemlere yönelemez. Büyük kabuslara düştüğü de söylenemez. Onun şiirinde bitkinlik, çaresizlik, sızlanma edası vardır. Derin bir düşünce fikir felsefe tasası sezilmez. Ancak her zaman “basit gerçek”te kaldığı da söylenemez. İçinde bulunduğu korkunc maddi boşluktan ürküp Tanrı’yı aradığını da önceki bölümlerde şiirleri dahil anlattık.
Kimi şiirlerinde idealleştirdiği sevgiyle karşılık yaşanmış günlük kadınlardan, hizmetçi kızlarla sevişmelerden, sokağa taşmış maceralardan söz ettiği daha çoktur. Aşk konusundaki kötümserliğinin onun hayatı ve mizacıyla ilgisine bazı şiirlerini anmakla öğrenebiliriz:

Uykusuz gecemde bir kadın...
Gözleri ay ışığında
Vücudu kar beyazlığında;
Saçları bir hazine altın.


Bazı şiirlerinde optimist bir ruhla anlatır aşkı:

Gün yeni doğanındır
Kül, sönmüş ocakların...
Gündüz kelebeklerin
Gece yıldızlarındır...


Ve bu gibi bazı birbirine ait şeyleri hatırlattıktan sonra:

Sen de benimsin benim


- diye sevgilisinden vazgeçemeyeceğini, elinden bir kurtuluş bulamayacağını söyler. “Sarayımız” şiirinde isteklerini dile getirerek kurduğu hayellerden bahs eder. Şair kadının vücudu gibi beyaz mermerden, pencere camları gözlerinin renginde olan saray yaptırmak arzusundadır. Ve o pencerelerden sema, deniz ve güneşin girmesini ister. Sarayda yalnız ikisinin olmasından ve bu sarayın içinde Cennet’i bulabilmesinden söz eder. İnsanlardan, dünyadan, genellikle her şeyden uzak olmaya ümit eder ve sevgilisine bu güzellikte yapılmış sarayda tüm ömrünü geçirmek isteyinin olup olmadığını sorar:

...ister misin sevgilim,
Hiç sonu gelmeyecek bir ömür geçirelim?

(Cümhuriyet gazetesi, 05.11.1932)

Sevgilisiyle olduğu anları rüya bilir ve bu rüyadan uyanmak istemiyor. Böyle anları hayatının “asırlar kadar uzun, müphem ve tatlı bir an” olduğundan bahseder. Aşkın sarhoşluğunu yaşar ve:

Biz o kadar o kadar biribirmiziniz!

dizesiyle şiiri tamamlar.
Bazen sevgilisinin “her şey gibi yakında iken gözlerinde diken” olduğuna inanır. “Sen De Her Şey Gibi” şiirinde:

Her uzak şey gibi öyle yalnız hayal,
Yalnız rayiha, renk, şarkı halinde kal


söyler.
Karanlık gecelerde sevgilisini arayan şair onu geceyle bir tutar ve şöyle der:

Bir güzelliğin var, bir de gece
Alemde hüküm süren gönlümce.
Gerisi kapkara bir düşünce.


Aşkın “ucu ta Leyla ile Mecnuna çıkan ölüm gibi mukaddar Bir yol” olduğuna inanır. “Sarayımız”da olduğu gibi “Düşündüyüm Yer”de de olmak istediği yeri sevgilisine benzetir, onun gibi güzel olduğundan söz eder ve hep orda yaşamak arzusunda olduğunu belirtir.

Sevgilim, burdan uzak,
Uzaklarda yaşamak,
Sevmek ve ölmek için,
Açılıp denizlere
Bir gün gitsek mi dersin
Sana benzeyen yere.

(Gündüz, Aralık 1936)

Boşa geçen günlere “yazıktır” der:

Bugün varım yarın yokum
İşim bir şarkılıktır.


mısralarıyla sevgilisinden onu sevmesini bekleyerek “Sevsen beni çocuğum” söyler.
Bir yağmur akşamında düşüncelere dalar, hatıralarını aklına getirip üzülerek bir pişmanlık sıkıntı hissettiğini Yağmur Yağıyordu şiirinde zarif bir lirizmle, şaircesine anlatır:

Yağmur yağıyordu Paris kaldırımlarına;
Seni düşünüyordum penceremde!

(Penceremiz olabilirdi)

Belki de bu 3 dize şiire güzellik veren, şairin iç dünyasının hüznünü dikkate çektiren tek satırdır. Ardından:

Yağmuru sevmediğin geldi aklıma
Bulutlar da hatırlamış olacaklar ki
Yağmurda üzüldüğünü ,
Sağnak durdu birdenbire;
Güneş açtı
Yüzün güldü mü bilmem,
İstanbul’daki pencerende.


Sevgilisinden ayrı kalan şair onu düşünerek şiir yazıyor ve şairin en son dizesinde bunu belli ettiriyor.
Şairin “imkansız vuslat”larla ömrünün mihnetle geçişi onu ümitsizliğe şevk ettirir. Fakat her ne kadar şöyle böyle nedenlerle karamsar olsa da her şeyin sonunda bir ümidin varlığına inanç elbette vardır.

Elbette inanmamışsındır,
Öldü diye duydunsa beni;
Sevenlere kurşun işlemez.


Her ne kadar geceleri uykusuz, yalnız olsa da, sevgilinin hatırlarından sarhoş akşamları şiir yazmakla, rakı içmekle geçirir. Ve kendini sıhhatte, sağlam hissederek:

Bakma otuzu aştığıma;
Gönlüm hala yirmisindedir,
İlk öpüştüğümüz gün gibi.


söylemeye gücü yetmiştir. Uykusuz gecelerini bazen “tatlı” bulur ve esmer güzeli yari’nin şerefine:

Bu meltemli geceler
Bu sesi, ayışığı,
Uzayan türküleri
Cırcır böceklerinin,
Bu cümbüş, bu muhabbet
Bu tatlı uykusuzluk
Hep senin şerefine.


söyler. Şair murada ermeği bazen “dünya gözüyle” görmek ister ve varlığı bir bilmece gibi beraber çözmek arzusunu şiirlerine döker. Bazen de “Serenad” söyler sevgilisinin penceresi önünde:

Kimdir bana gülümseyen yeşillik balkonundan?
Demek gecelerden sonra nihayet gün doğuyor.
Bir gülüşündür gencliğimi döndürdü yolundan;
Yanan şu alnım elimin gölgesiyle soğuyor.


Şair, başka bir şiirinde tabiatın güzelliğini sevgilisinin güzelliğinde görüyor. “Sarayımız”da olduğu gibi “Desem ki” şiirinde buna rastlarız ve bazı dizelere dikkat edelim:

Rüzgarların en farahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende gördüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini...


Tarancı her şeyin güzelini aşkta, sevgilide görüyor. Onun için şiir yazmak nasıl “soluk alma” gibi doğal bir şeyse, sevgilisini de “hava kadar lazım”, “ekmek kadar mübarek”, “su gibi aziz” biliyor. “Bahçemde bahar”, “Evimde şenliksin” söylüyor. Be tabii ki, kendini kaptırmış olduğu “sofrasındaki en eski şaraba” bile benzetiyor.

Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin


dizeleriyle aşka ve sevdiği kadına nasıl da tüm varlığıyla, içiyle bağlı olduğunu gösteriyor. Şiirin bazı dizelerinde sevgilisinin güzelliğini anlatır ve bir gün:

Şayet sesimi farkedemezsin,
Rüzgarların, nehirlerin,
Kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.


diyerek şiirin en güzel kısmına yol açar ve sonda:

Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini;
Ve neden sonra
Tekrar duyuduğun gün sesimi gökkübede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.


söyler. Şiirin son satırları adeta baştan sonadek gelen bir yolun müthiş sonluğunu gösterir. Şiir yalnız bu kadar duygusal, lirik ve içten söylenebilirdi. Bazen egoizmi andıran bazı dizelere de rastlayabiliriz. Fakat şiirin sonuna geldıkçe şairin “güzelliği görmeyince güzellik değil” anlamına gelen kelimeler kullandığının şahidi oluruz. Ve kullanılmayan şeyin gereksiz, lüzumsuz olduğu anlamına gelir söyledikleri. Mesela, Çılingir Sofrası’na gelince:

Otur ki sandalye hatırlasın
Sandalye olduğunu.
Masa da unutur masalaığını,
Elini komasan üstüne.
“Kadehim, kadehim dediyin şey,
Dudağını değdirmedikce kadeh değildir.
Mezeler de bilmez renklerini, lezzetlerini,
Çatalını dokundurmazsan.


Ve şiirin en son satrı şiir boyunca gelen fikri açıklar. Tarancı son derece poetik bir dizeyle hisslerini, fikrini tamamlar:

Fakat farkında mısın?
(Varlık, 15.05.1940.)

Şairin şiirlerindeki tip hayatıyla, kişiliğiyle tanışlığımızdan kendisinin olduğu belli olur. Ve aşk şiirlerindeki o duygusal, lirik kişi sevgisyle yaşadığı mekanda değil, hayal aleminde kurduğu “saraylarda” ve başka yerlerde olur. Ve çoğu şiirlerinde o yerin neresi olduğunu kendisinin bile bilmediğini söyler ve oranın yeryüzünden çok uzak bir yerde olduğuna inanır:

Ne hikmettir Yarab, ne güzel!
Herhalde yeryüzünde değiliz;
Sahiden biz nerdeyiz sevgilim?


Onun kendisine ve belki de hayal olan sevgilisine sorduğu sorular ise ritorik sorulardır. Ve belki de o yerlerin hayal olarak kalma isteğindendir ki, şair bu sorulara cevabı aramıyor, yalnızca soruyor.
Cahit Sıtkı, aşk şiirinde aşkın tarifini vermeye çalışmış ve “Kelimelerle güzel sanat yaparak” böyle söylemiştir:

- Aşktır şadeden gönülleri;
Perişan, berbat eden gönülleri.
Aşk söyletir en yanık türküleri
Ay buluta girdiği gecelerde.


Şair, aşka çılgınlıkla bağlı olduğunu da saklamaz, fakat bu çılgınlığı ilk aşkta yaşamış olduğunu, o hazzı ilk aşkta duymuş olduğunu İlk Aşk şiirinde güzel bir şekilde anlatmıştır:

“Aşkınla deli divane olduğumuz,
Sarmaşığa tırmandığımızdan belli...
Belki bugün bu yaşta tekrar olunmaz,
İlk aşk gecesinin yeminleri
Fakat nerde ilk öpüşün verdiği haz?
Saadet bilmiyorum o hazdan gayri.

(Varlık, 01.06.1943)

Misafir (Varlık, 01.10.1943) şiirinde sevgilisiyle nasıl sevişmesini hayal ederek bu saadete şiir söylemeyi düşünür.

Şiir söylerim saadete dair,
Odama misafir olduğun gece.


Bazen aşkı, sevişmeyi sessiz, “Kelime konuşmadan”, işaret çekmeden yaşamış olduğu hallerini de şiire dökmüş, yalnız göz göze gelmekle” sevişebilmenin varlığını isbatlar.
C.Sıtkı Tarancı’nın tüm şiirlerine yansımış olan “ölüm” temine onun aşk şiirlerinde de rastlarız. Sonu murada ermeden biten aşkların, tadılmış olan ayrılıkların aşığa vermiş olduğu üzüntüyü süslü, güzel bir şekilde sanat yaratırcasına dile getirmeyi Tarancı çok güzel becermiştir. Onun aşk şiirelrinde insan duygularının, aşığın hiss ve heyecanlarının, yaşanmış olan anların, acıyla anılan ayrılıkların aksini görmemek mümkün değil. Ve şiirdeki tipin, yani şairin kendisinin yaşamış olduğu kaderleri onunla paylaşmamak, acısına ortak olmamak elimizde değil. Sonu ayrılıkla biten aşklara karasevda denmesinde de bir sebep vardır ki, bu da aşığın düşmüş olduğu alemin karanlık, zülmet olduğu anlaşılır ve tabii ki, Tarancı’nın da Karasevda diye isim verdiği şiirini okuyunca aynı hissleri, heyecanları şairle paylaşmış durumda kalıyoruz. Şiirden bir kaç dizeyi hatırlatırsak güzel olur:

Bir kere sevdaya tutulmayagör;
Ateşlere yandığının resmidir.
Aşık dediğin, Mecnun misali kör;
Ne bilsin alemde ne mevsimidir.


Bu dizelerde şairin Leyla ile Mecnunu hatırlattığı ve “aşkın gözü kör olduğuna” işaret ettiği görülmektedir. Aşkın alevler gibi yaktığından söz eder şair. Ve aşığın “gözlerinin bağlı” olduğundan alemde gelen mevsimi bile görmemesi insanın tüm gücüyle varlığıyla aşka kendin vermesi güzel bir şekilde anlatılmışdır. İlk üç dizeden aşığın hali belli olur. Demek ki, şairin vermiş olduğu tarife göre aşk insanı mahzun ederek bir köşeye çekilmeğe mecbur eder;aşk insanı yemekten, içmekten keser ve aşka tutulan insan sevgilisiz uykuyu haram biler ve ayrılığı ölüm gibi yaşarmış.
Ve şiirin en son satırında söylenilmiş olan fikir sanki bir deyim. Şairin ayrılık ve ölüm temlerinin eş anlamlı olduğuna inanarak söylemesi okuyucuda da inanç yaratır ve ölümün de zaten ayrılıktan yana acı olması fikri savunmamıza neden olur.
Tüm karamsar ruhlu, karasevdalı şiirlerin ardından bir de “Düşten Güzel” şiiri gelir ve şiirin en son dizesinde söylenmiş olan çok samimi bir kaç kelime Tarancı’nın da yüzünün bir zamanlar güldüğüne işaret ediyor.

... Sevgilim gülüyor yanıbaşımda...
...Sende murada erdim kırk yaşımda...


Fakat bir az sonra Kırık Kalpler adlı şiire rastlarız ve Cahit Sıtkı’nın yeniden önceki haline geldiğini görüyoruz:

Biz aşkla başı dönmüş iki çocuk
Bütün bir bahar o çiçek ben yaprak.
Ya Rabbi ne güzel sevişiyorduk
Dünyayı aşktan ibaret sanarak...
“Göz mü değdi ne oldu bu sevdaya
Ayırdılar bizi bir birimizden
Hem de göz göre göre yürek parçalaya.


ve Tarancı’nın “ilk önce güneşten ana südünden başladığı aşkı” bazen onun sevincine, bazen de hüzünlü, elemli olmasına sebep olmuştur. Fakat tabiata, insanlara, güzelliğe ve en sonda şiire aşık olan şair nasıl olursa olsun aşkın güzel bir şey olduğuna inanmıştır.

1 yorum: