2.1. HAYATI

Cahit Sıtkı Tarancı 1910 yılında Diyarbakırda Prinççizadeler ailesinde doğdu. Babası Bekir Sıtkı Efendi, annesi Arife Hanım olmuştur. İlk okulu Diyarbakır’da Nümune-i Terakki mektebinde okudu. Istanbul’a gönderilerek Kadıköy’de Saint Joseph Lisesi’nin dokuzuncu sınıfına nakletti. Bu lisede Ziya Osman Saba ile arkadaş oldu ve bu arkadaşlık ömrünün sonuna kadar devam etti. 15.12.1929 tarihinde ailesine gönderdiği bir mektupta şiir yazmaya başladığını, şair olma düşüncesini anlatır:
“Benim çizilmiş bir mefkûrem vardır. Ben herşeyden evvel yaşamış olduğuma delil olmak için bir eser meydana getireceğim. Nâmınızı, memleketimizi ve nâmımı yükselteceğim. Gelecek nesiller bir Prinççizâde ailesinin varolduğunu bilecekler ve bu ismi hürmet ve takdirle anacaklardır”.
Edebiyatla ilgisi ilk okulda iken başlar. Nâmık Kemal’in, Tevfik Fikret’in, Mehmet Emin’in şiirlerini yüksek sesle okumayı pek sevdiğini söyler. Ardından Fransız okulunda durmamacasına Dıyarbakır’daki kızkardeşine manzum mektuplar yazar. Ve: “Bende edebiyata ve özellikle şiire karşı gerçek ve köklü denilebilecek ilk ilgi Galatasaray onuncu sınıfta sıra arkadaşım Ziya Osman Saba’nın yardımıyla tanıdığım Baudelaire ile başlar. Bu devr Fransız şairini içime sindire sindire okuduktan sonradır ki, şiir yazmak benim için soluk almak (teneffüs), yemek, içmek kadar doğal bir yaşam eylemi oldu:
Ailesi arasında edebiyatla uğraşmasını teşvik derecesinde destekleyen dayısıydı. Şiirlerini götürüp Abdullah Cevdet’e göstermesini istemiş ve Cahit Sıtkı şiirlerini bir deftere geçirerek İçtihat Evi’nin “eşiğine” gider. Abdullah Cevdet’in onu nasıl karşıladığı konusunda şâir şunları söyler: “Dr. Abdullah Cavdet beni asla unutamayacağım bir içtenlikle, bir ilgiyle, bir güler yüzle karşıladı. Bütün manzumlerimi dikkatle okudu, kusurlarımı söyledi”.
Abdullah Cevdet ona bazı tavsiyyelerde bulunmuş ve o sıradan çok kitap okumasını söylemiş. O devirde Cahit Sıtkı Baudelaire’i okumuş, düşünmüş ve bir yıl içinde bir defter daha doldurmuştur. Fakat artık yalnızca yazmak onu tatmin etmemiş ve şiirlerinin yayınlanmasını istemiş. Servet-i Fünun yazı işleri müdürü Halit Fabri’ye gitmiş, Halit Fabri yirmiyi aşkın manzume içinde tek bir manzumeyi beğenmiş ve Servet-i Fünun’da yayınlamıştır. Bu sevinci yaşayan Cahit Sıtkı repörtajlarının birinde:
“İmzamı Servet-i Fünun’un sütunlarında gördüğüm gün yirmi dört yıllık hayatımda bir eşini bir daha bilemeyeceğim bir sevinc içindeydim” söyler.
Servet-i Fünundan sonra Mühit’te, Galatasaray Mecmuasında bir çok yazıları yayınlandı.
Sevdiği, okuduğu şair ve yazarların Tarancı’ya çok büyük etkisi olmuştur. Onlardan Corueille’nin, Rocine’in, Moliere’nin, Lamartine’nin, Baudelaire’nin divan edebiyyatından Fuzûli’nin, Yunus Emre’nin, Şeyh Galib’in, Tanzımattan Halit Ziya, Fecr-i Ati’den Ahmet Haşim, Yakup Kadri, eserlerinde Doğu ile Batı’yı büyük bir ustalıkla kaynaştıran Yahya Kemal’in, Genc Kuşak’tan Peyami Safa’nın adlarını zikr edebiliriz.
Cahit Sıtkı Tarancı, 1931’de liseden mezun oldu. Babasının arzusu uyarınca Mülkiye Mektebi’ne girdi. Şiirlerini Peyami Safa’ya gönderir, o da Cümhuriyet gazetesinde şiiri tanıtan üç makale yayınlar. Bu yazılar şâirin tanınmasında etkili olur. Daha sonra şiirlerini “Ömrümde Sükut” başlığı altında kitaplaştırır ve kitabını Peyami Safa’ya ithaf eder. Artık kendini tamamıyla şiire verir. Derslere pek girmiyor, bu yüzden başarılı olamıyordu. İçkiye alışmış, aşk maceraları peşinden koşmaya başlamış, lakin çirkinlik kompleksi yüzünden kötümser bir ruh haline girmiştir. Dört yil sonra Mülkiye’yi bitirmeden ayrıldı. Diyarbakır’a gitti, dönüşünde bu defa Yüksek Ticaret Okulu’na yazıldı. Aynı zamanda Sümerbank’ta memuriyete başladı, bir yandan da Cümhuriyet gazetesine hikayeler yazıyordu. Memuriyet hayatı bir yıl sürdü ve 1939 sonlarında Sciencer Politigues’e devam etmek üzere Pâris’e gitti. Orada bir yandan Cümhuriyet gazetesine hikayeler gönderiyor, bir yandan da Pâris Radyosu’nda Türkiye yayınları spikerliği yapıyordu. Pâris’te Oktay Rıfat ile birlikte idiler. Ancak 1940 yılında savaş tehlikesi belirdi ve Paris bombalanırken bisikletle şehirden ayrıldı; Lyon’a, oradan da Cenevre’ye geçti. İsviçre’de bir süre kaldıktan sonra yurda döndü. 1941-1943 yılları arasında askerliğini yaptı, terhis olunca İstanbul’a gitti. Babası da o yıllarda İstanbul’a taşınmış ve ticarete başlamıştı. Cahit Sıtkı bir süre babasının ticari defterlerini tuttu. Çok geçmeden kendini yine içkiye kaptırdı, babaevinden ayrılarak Beyoğlu’nda bir pansiyona taşındı. 1944 yılı sonlarına doğru Ankara’ya gitti, Anadolu Ajansı’nda mütercimlik yaptı. Bu yıllarda Ahmet Muhip Dranas, Orhan Veli Kanık, Sahap Sıtkı İlter, Metin Cevdet Anday, Oktay Rıfat, Baki Sahi Edipoğlu, Ceyhun Âtıf Kansu, Yaşar Nabi Nayır, Cevdet Kudret Solok, Sabahattın Eyüpoğlu gibi yazar ve şairler ile aynı çevrede bulundu. Otuz Beş Yaş adlı şiiri ile C.H.P. “Şiir Yarışması”nda birinciliği kazandı ve bu olay şöhretini iyice artırdı.
Şiir yazmağa başladığı sıralarda “ünlü” olmaya çok imrendiğini saklamamış, fakat “sonra gerçek ünlüleri, yalancı ünlülerden ayırt etmeye başlayınca bir okuyucu kitlesi tarafından sevilip beğenilmenin kolay bir şey olmadığını anladım ve bu anlayışla çalişmaya koyuldum” diye söylemiştir.
Tarancı, yarışmayı kazandıktan sonra Anadolu Ajansı’ndan ayrılarak Toprak Mahsulleri Ofisi’ne geçti, oradan da Çalışma Bakanlığında mütercimklik kadrosuna tayin edildi. Kısmen muntazam bir hayat sürmeye başladı. 1951’de Cavidan hanımla evlendi. Fakat bu mutluluk uzun sürmedi. 1954 yılında hastalandı, kıpırdayamaz ve konuşamaz derecede felç oldu. Doktorların “iyi olmaz” teşhisi üzerine Dyarbakıra’a getirildi, burada bir yıl kaldı. 1955-de tekrar Ankaraya döndü, Samet Ağaoğlu’nun yardımı ile Viyana’ya gönderildi. 13 Ekim 1956 tarihinde vefat etti. Cenazesi yurda getirilerek Ankara’da toprağa verildi.
Cahit Sıtkı Tarıncı sürekli bir hoşnutsuzluk, elem, üzüntü havası içinde yaşamıştır. Çehresinin güzel olmayışından, umduğunca yakışıklı bulunmayışından ve kadınların ilgisizliğinden yakınmıştır. Galatasaray muhitinin kendisine yabancı gelen hissizliğinden üzüntü duymuştur. Bağlandığı şiire hayatının anlamı sayacak kadar değer vermiştir. Hayatta intizamdan pek hoşlanmamış, fakat başkalarının mutlu yaşamalarına özenmiştir. Kırk yaşlarına kadar bekar kalmış ve bu süre içinde içkili, sohbetli, uykusuz ve düzensiz hayat yaşamıştır.
Zikr edilen haller C. Sıktı’nın şiirlerinde de yer alır. Bir umutsuzluk, güzel olmamasından dolayı rahatsızlık vb. Anne, ne yaptın?, Yalnızlık, Günlerim (Muhit, Haziran 1931), Günlerim (Servet-i künun, 04.06.1931), Ölümden Beter (Servet-i Fünun 186, 1931) ve bu gibi şiirlerinde anlatılır.
Anılan Anne, Ne Yaptın? (Servet-i Fünun 02.04.1931) şiirinde hayatındaki yalnızlıktan korktuğunu anlatır ve hayatın, yaşamın onun için bir anlamı olmadığından şikayet eder. Hele doğmadan önceki hayatını yaşamından üstün olduğunu edebi bir şekilde güzel biçimle söyler:

Anne sana kim dedi, yavrunu doğurmayı?
Sanki karnında fazla yaramazlık mı ettim?
Senden istemiyordum ne tacı, ne sarayı
Karnında yaşıyordum kafiydi saadetim.

Koynundan niçin attın yavrunu bütün bütün?
Bilmiyordun ki, o yalnızlıktan korkardı
El aç, yalvar gündüze, geceye boyun uzat
Bu uğurla bir ömür çürütmeye değer mi?


gibi dizeleriyle şiirleri ile kendi hayatının boşluğundan söz eder, yaşamından rahatsız olduğunu anlatır.
Kendinin güzel olmayışından dolayı düştüğü karamsarlık şiirlerinde de kendine yer alır. Ölümden Beter şiirinde:

Koynumda fakat neden, neden bu tatsız vücut?
Her busesi diken, can alıcı bir “Umut!”
Bu mudur bana Rabbim, bu mudur bana mev’ut?
Koynumda, fakat neden, neden bu tatsız vücut?
O ses bana!”-Vay, halin ölümden beter!” dedi.

mısralarıyla kendi hâlini, güzel olmayışından rahatsızlığını bildirir. Ve bu nedenden kızların onu sevmeyişinden duyduğu elemi başka şiirlerinde satırlara döker. Günlerim (Muhit, Haziran 1931 ve Servet-i Fünun, 04.06.1931) adlı şiirlerinin son kısmında olduğu gibi:

Bir sevgilim yoktur ki, duyuduğumu duyacak...

veya

Elimden kaçıb gitti çeşit çeşit güzeller;
İçlerinden hiç biri bana kısmet olmadı.
Yenmemiş bir meyvenin nasıl bilinir tadı?
Bir ses bana her akşam!” Çok becereksizsin!”der.


C.S.Tarancı üzüntülerini, hayatının tüm elemlerini şiirlerinde aksettiriyor. Karamsar ruha kavuştuktan sonra içkiye kurşanır ve herşeyi olduğu gibi şiirlerinde gösterir:

Şiir yazmaktayım bermutad
Rakı içmekteyim her akşam
Senden hatıralarla sarhoş.


Başka bir dizesinde:
Her kes rakı içer, az çok neşelenir;
Bense her içişimde efkarlanırım.


diye içkiyle efkarlandığından, dolayısıyla efkârını içkiyle dağıttığından bahseder.
Hosnutsuzluk içinde yaşar bır zamanlar Tarancı. Yalnızlıktan şikayet eder ve uykusuz kaldığını söyler. Yalnızlık ve uykusuzluk üzerıne epeyce şiir yazar. Bu şiirlerden bir kaçının adını zikr edebilirız ki, bunlar da aşağıdakılardır: Yalnızlık (Akademi, 15.05.1931), Gidiyorum (Akademi, Mayıs 1930), Uykusuzluk (Muhit, Ocak 1931). Bir uykusuzlık gecesi (Gündüz, 15.04.1936), Yalnızlık Mâcerası (Sanat ve Edebiyat gazetesi, 04.11.1947) Yalnızlığa dair (Varlık, 01.11.1943), Yalnızlığımız vs.
Ömrünün sonlarına doğru Hâtıra şiirlerine rastlarız. Memleket şiirleri ve Atatürk’e yazdığı birkaç şiir daha vardır. Hayatında yaşadığı aşkları da unutmaz ve sayısız aşk şiirleri yazar. Hatta bu şiirler içerisinden ilk aşkının Beşiktaşlı birisiyle yaşandığı belli olur. “Sevdalı” şiirinin ilk mısralarında görüldüğü gibi:

Gönül sende, göz yolda kaldı;
Ne postacı semtine uğrar,
Ne turnalar selam getirir;
Vefasız çıktın Beşiktaşlım
Sen ilk aşkım, ilk gözağrımsın;


dizesi dahi bunu gösterir.
Ona uğur getiren, söylendiği gibi ona bir şiir yarışmasını kazandıran ve şöhretini iyice artıran Otuz Beş Yaş şiirini (Ülkü, 16.12.1945 ve Yaratış 01.03.1946) yayınlatır. Otuz Beş Yaş yaşında olduğu dönemde yazdığı bu şiirde anlattıklarına dair Prof. Mehmet Kaplan şunları yazmaktadır: “Otuz beş Yaş şiirinde ne varlık ötesi, ne Tanrı, ne de insanı fanilik ve yalnızlık duygusundan kurtaran tarihi ve sosyal çevre vardır. C.Sıtkı vücudunda ve hayatında vukua gelen değişikliği, fâni bir varlık oluşunu ve ölümünü, ıstırap aramadan adeti çıplak bir gözle seyrediyor. Fenomenolojik görüş tarzı adını verebileceğimiz bu bakış, Türk Edebiyatında çok yenidir. Tarancı’nın böyle bir bakış tarzını benimsemesi yaşadığı devir ve mensup olduğu nesille yakından ilgilidir”.
Tarancı’nın şiirlerine yansıyan hayatının bazı anlarının açıklanmasına ilerdeki bölümlerde bakalım.

Hiç yorum yok: