Cahit Sıtkı Tarancının şeirlərindən seçmələr

ANNE NE YAPTIN

Anne sana kim dedi yavrunu doğurmayı?
Sanki karnında fazla yaramazlık mı ettim?
Senden istemiyordum ne tacı, ne sarayı;
Karnında yaşıyordum, kafiyfi saadetim.

Bir kere doğurdunsa, sonra niçin büyüttün
Kundakta, beşikte de bir zahmetim mi vardı?
Koynundan niçin attın yavrunu bütün bütün?
Bilmiyor muydun ki o yalnızlıktan korkardı.

Sütünden tatlı mıdır, anne, sanki bu hayat?
Bana sorsana anne yaşamak bir hüner mi?
El aç, yalvar gündüze, geceye boyun uzat.
Bu uğurda bir ömür çürütmeye değer mi!

Karnında yaşıyordum, kafiydi saadetim.
Senden istemiyordum ne tacı, ne sarayı;
Sanki karnında fazla yaramazlık mı ettim?
Anne sana kim dedi yavrunu doğurmayı?

ÖLÜMDEN BETER

Bütün güzelliğiyle gece çırılçıplaktı;
Yıldızlarıyla sema gül dolu bir kucaktı,
Dünya saadet tüten neşeli bir ocaktı.
Bütün güzelliğiyle gece çırılçıplaktı;
Ve Bir ses; «-Bülbül böyle bir gece öter!» dedi.

Bir gelin odasıydı;altın, gümüş şamdanlar;
Kızı süslemek için itişip kaışanlar;
Tebessüm fısıldayan gözlerle bakışanlar.
Bir gelin odasıydı;altın, gümüş şamdanlar;
Bir siyah perde indi, aynı ses “Yeter!” dedi.

Koynunda fakat neden, neden bu tatsız vücut?
Her busesi diken, can alıcı bir “Umut!”
Bu mudur bana Rabbim, bu mudur bana mev’ut?
Koynumda, fakat neden, neden bu tatsız vücut?
O ses bana!”-Vay, halin ölümden beter!” dedi.

SARAYIMIZ

Sana öyle bir saray yaptırmak isterim ki
Bir eşi henüz daha yapılmamıştır belki.
Henüz keşfedilmemiş, mechul kalmış bir ada
Gibi sahilden uzak, dalgalar arasında
Bir saray, hem vücudun gibi beyaz mermerden;
Sema, deniz ve güneş girer pencerelerden.
Ve pencere camları gözlerimin renginde,
Mis kokusu duyulur bu sarayın içinde.
Bu sarayın içinde her şey güzel, temizdir,
Çünki her şey aksimiz veyahut gölgemizdir.
Burda yalnız biz varız, ne inler ne de cinler,
Yanan alınlarımız yalnız burda serinler.
Cenneti bulmuş gibi bu sarayın içinde
Ellerin saçlarımda ve başım dizlerinde,
Her şeyden, her insandan, bütün dünyadan ırak,
Ta içimizden gelen bir ahenge uyarak,
Ve bu ahenkle sarhoş, ister misin sevgilim,
Hiç sonu gelmeyecek bir ömür geçirelim?

ÖMRÜMDE SÜKUT

Çıngıraksız, rehbersiz deve kervanı nasıl,
İrekli mallarını kimseye göstermeden,
Sonu gelmez kumlara uzanırsa devamlı
Ömrüm öyle esrarlı geçecek ses vermeden.

Ve böylece bu ömür, bu ömür her dakika,
Bir buz parçası gibi kendinden eriyecek.
Semada yıldızlardan, yerde kutrlardan başka,
Yaşayıp öldüğümü kimseler bilmeyecek!

GÜNEŞE AŞIK ÇOCUK

Camlar arkasında görünen çocuk,
Eliyle güneşi gösterir durur.
Camlar arkasında düşünen çocuk,
Hırsından, camlara yumruk savurur.

Camlar arkasında bekleyen çocuk,
Üç mevsim, güneşin seyrine dalar;
Ve kışın güneşi özleyen çocuk,
Diliyle, buğulu camları yalar.

Güneşe kavuçabilmek'çin çocuk,
Gündüzün boş yere çırpınır durur.
Nihayet, nihayet geceleyin çocuk.
Koynunda güneşle beraber uyur.

SEN DE HER ŞEY GİBİ

Sen de, her şey gibi, yakınımda iken,
Sen de oluyorsun gözlerimde diken.
Git, git benden uzak, uzak bir yere git;
Ne olur, içimde her zaman bir ümit,
Her uzak şey gibi öyle yalnız hayal,
Yalnız rayiha, renk, şarkı halinde kal.

BENİ KISKANAN ÖLÜLER

Nedir ki, bu kurt gibi yer
Sizi her an için için,
Ey hatırası benim'çin
Daima aziz ölüler?

Ardında saklandığınız
Eşyaya sinmiş o gizli
Bakışlarınızdan belli
Günümü kıskandığınız.

Gün benim olmuş ne çıkar,
Ne çıkar kıskanç ölüler,
Benim’çin açsa da güller;
Bana da bir gün ölmek var.


BİR ÖLÜNÜN RÜYASI

Duvarlar, geceler ve yıllar aşarak,
Bir ses uzanıyor eski bir bahardan…
- Açtı güller gibi renk ve kokulardan.
Bütün hatıralar bende yaprak yaprak…

Bir ses ki bir zaman benim sesim olmuş,
Bir ses ki sevdiğim mısra-ı berceste…
Gençlığım ve aşkım, asıl ben bu seste…
Bilsem şimdi bu ses hangi bahçede kuş?

ÖLMÜŞTÜM

Günüm gelmiş, saatim çalmıştı nihayet.
Ölmüştüm, kabrinde unutulmuştu ceset;
Zulmette böcekler eczasını yiyordu.
Ve alışılmamış bir günün seherinde,
Ruhum bir atlı gibi dörtnal gidiyordu,
Yemyeşil uzanan sükun vadilerinde.

ÖLMEK İSTEMEYEN ADAM

Ölmek istemeyen adamdı;
Ellerini koparamadılar
Güneşte kızarmış elma dalından;
Yoldan çeviremediler
Gölgeli asfaltta uçan ayaklarını;
Avcı çıkmadı nişan alacak
Mavi göklerle dolup taşan gözlerine;
Ve altın yapraktı rüzgarda başı,
Seyyareden seyyareye savrulan.
Lakin durmuştu nabzı,
Rapor verdi belediye doktoru
Öldüğüne dair.

BEN ÖLECEK ADAM DEĞİLİM

Kapımı çalıp durma ölüm,
açmam;
Ben ölecek adam değilim.

Alıştım bir kere gökyüzüne;
Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar.
Sıkılırım,
Kuşlar cıvıldamasa dallarında,
Yemişlerine doyamadığım ağaçların,
Yeğmur mu yağıyor,
Güneş mi var,
Farketmeliyim
Baktığım pencereden.
Deniz görünmeli çıksam balkona.
Tamamlamalı manzarayı
Karlı dağlarla sürülmüş tarlalar.
Ekmekten olamam doğrusu,
Nimet bildiğim;
Sudan geçemem,
Tuzludur teneffüs ettiğim hava.
Ya nasıl dururum olduğum yerde,
Öyle upuzun yatmış,
İki elim yanıma getirilmiş,
Hareketsiz,
Sükuta ramolmuş;
Sanki devrilmiş bir heykel?
Ellerim ne der sonra bana?
Soğumuş kalbime ne cevap veririmi?
Utanmaz mıyım ayaklarımdan?

Kalkmalıyım,
Dolaşmalıyım,
Sokaklarda, parklarda.
El sallamalıyım
Giden trenlere,
Kalkan vapurlara.
Bilmeliyim,
Gölgelerin boyundan,
Saatin kaç olduğunu.
Islık çalmalıyım.
Türkü söylemeliyim
Yol boyunca,
Keyfimden ya hüznümden.
Geçmiş günlerimi hatırlamalıyım,
Dalıp dalıp akarsuya,
Hayaller kurmalıyım,
Güzel geleceğe dair.
Yanımdan geçenler olmalı,
Selam almalıyım;
Robenson’u düşünmeliyim,
Garipliğini:
Şükretmeliyim
İnsanlar arasında olduğuma.
Nedir ki eninde sonunda ölüm?
Ayrı düşmek değil mi aşinalardan?
Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.

BİZİMKİLER

Nereye böyle bulut abla?
Az bekle, beraber gideriz;
Ben de buralı değilimdir.

Mahzun durursun ağaç kardeş?
Galiba şikayet rüzgardan!
Anlaşıldı dert ortağıyız.

Öyle ne daldın leylek amca?
Efkarın mı var akşam akşam?
O halde benden sayılırsın.

Mademki hep aşina çıktık,
Bir alem yapsak mı dersiniz?
Her zaman bulunmaz bu mehtap!

GÜN EKSILMESİN PENCEREMDEN

Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.

Ve gönül, Tanrısına der ki:
- Pervam yok verdiğin elemden;
her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!

YALNIZLIĞIMIZ

Koskoca Tanrı gökler ardında,
Beyler, paşaları saltanında,
Birçokları sefalet katında,
Mecnun’u, Leyla’sı ki hayatında?
Ya ölüler serviler altında?

OTUZ BEŞ YAŞ

Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost büldiğim aynalar?

Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmine baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.

Hayal meyal çeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikce artıyor yalnızlığımız.

Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze?Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?

N’eylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.

KAYNAKLAR

1). Kabaklı, Ahmet, Türk Edebiyatı III Cilt, İst., Türk Edebiyatı Vakıf yayınları,. 2002.
2) Türk dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, VIII Cilt, İst. Dergah yayınları, 1998.
3) Enginün, İnci, Cahit Sıtkı Tarancı Evime ve Nihal’e Mektuplar, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1989,
4) Tarancı, Sıtkı, Cahit, Otuz Beş Yaş, 22. Basım, Can yayınları, 2003.
5) Vahabzade, Bahtiyar, Ahı Dünya Fırlanır, 1987, Bakü
6) Kerim, Ali, Seçilmiş Eserleri, I Cilt, Bakı 1991
7) Güldeste, Meşhur şairlerden seçme şiirler, Nesil yayımları , Ocak 2001

SONUÇ

Büyük zevk ve sevgiyle araştırdığım bu çalışmanın sonucunda tanıyabildiğim ve sevdiğim C.S.Tarancı'nın hayatı ve edebi kişiliği konusunda söylemek istediklerimin bir kısmını ifade ettim. Bu çalışmanın gelecek çalışmalar için de bir ışık tutabileceğine inanıyorum.
C.S.Tarancı gibi güzel, samimi bir şairin şiirlerini anlamaya çalıştım ve onları anladığım gibi açıklayabildimse ne mutlu bana.
Türk Edebiyyatının önemli temsilcileriyle Azerbaycan Edebiyatının büyük ustalarının eserleri arasında değerli bir mukayese yapmaya devam etmek niyetindeyim.

3.3. Dil Ve Vezin

Cahit Sıtkı Tarancı'nın hayatını ve bütün değerini koyarak çalıştığı, bambaşka üslupla kurduğu şiirleri vardır. Onun yeniliği, biçim, hatta muhteva özelliklerinden çok başkalarına benzemeyen dünyasında ve söyleyişinde aranmalıdır.
Başlanğıçta Peyami Safa, Necip Fazıl Kısakürek ve Ahmet Muhip havası içinde olan Tarancı 1940'tan sonraki yeni şiir akımlarına katılmış olmakla birlikte biçime ve lirizme bağlı kalan duygulu – hüzünlü bir tarzı, mizacıyla yan-yana sürdürmüştür. Birçok yenileri etkileyerek, kendini taklit ettirmiş bulunan Tarancı, Sait Faik ve Orhan Veli'yle birlikte Türk Edebiyyatında 1940-50 yıllarının sanat çevresi olmuştur.
Şiiri herşeyin üstünde gören şair şiir güzelliğini üç temel şarta bağlamaktadır:
Yaşanmış olmak,
Hareket…
Form (Şekil)
Cahit Sıtkı, hece veznine ve kafiyeye, sonuna kadar bağlı kalan şairlerdendir. Fakat bu konularda önyargısı yoktur. Ölçülü veya serbest, her türlü şiirin güzel olabileceğine inanıyor:
“Nasıl ki, yemiş vardır dalında güzeldir, yemiş vardır tabakta. Bunun gibi mesela, şiir vardır aruzla söylemdiği için güzeldir, şiir vardır serbest vezinle söylendiği içn güzeldir”.
Batıdan gelen “saf şiir” anlayışı A.Haşim kanalıyla ona ulaşmıştır. Lakin yine de bağımsız kalmak istemiştir. Ne “memleketçi” şairlere, ne “hececi”lere, ne Nazım Hikmet’e, ne de Orhan Veliye bağlanabilmiştir. Garip akımı ile belli belirsiz bir yakınlığı vardır, o kadar. Deyişinin yalınlığı halk şiirine yaslanır; titiz bir kelime işçisi, bir mısra kurucusu olur. Ancak bütün bunlar Türk şiirinde başka bir havayı estirmez; “ustalığı” sayesinde kullandığı ortak temler aracılığı ile bu rağbeti artırmıştır. Yapılmış olan bir soruştarmaya göre, Türk sanatçıları arasında en beğenilen şair seçildiği gibi; Cumhuriyet devrinin en çok okunan şairlerinden biri olmuştur. Hece veznine mekanik bir hava veren durakları kaldırmış, yeni vezinler bulmuştur. Necip Fazıl orijinal, çarpıcı hayal ve benzetmeler peşindeyken, Cahit Sıtkı tüm tersine sadelik ve yalınlıktan hoşlanır.
C.Sıtkı’nın şiirde ideali, yukarılarda söylediğimiz gibi çok sevdiyi Verlaine gibi sade ve tabii söylemektir. Bu endişe ile şiir sentaksını çok basit tutmuştur. Mısralarının çoğu tek cümleden ibarettir. Uzak çağrışımlara, hayal oyunlarına ve derin düşüncelere gitmez. O, bu bakımdan da kendinden sonra gelen, hayat karşısında karamsar, var olanla yetinmeyen “gerçeküstü” bir şeyler arayan karışık, anlaşılması güc bir üslup kullanan nesilden ayrılır.
A.H.Tanpınar C.Sıtkı’dan kalan en önemli ögeyi şöyle dile getirmektedir: “…Cahit Sıtkı’da içine gömülü bir taraf vardı. Şiirimize asıl getirdiği bu tarafıydı. Onun eseri Türkçe’de bütün bir mahremiyet havasıdır. Şu şartla ki, Cahit bu “intimisme”i bütün insanlığa doğru genişletmesini bilmişti.”
A.Hamdi Tanpınar aynı zamanda ondaki batı tesiri için şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “…Cahit, Verlaine’i daima sevdi. Halk şiirinin havası hariç, üstünde en devamlı tesir şüphesiz Sagasse şiirinden gelir. Şiir tekniği o kadar değişmesine rağmen,ona daima sadık kaldı. Bu sevgide mizac ve hayat itibarıyla bir yakınlığın payı olsa gerektir. O da büyük Fransız şairi gibi, şiiri doğrudan doğruya hayatında arıyordu. fakat hayattan gelenleri daha az izlenmiş, daha az değişmiş olarak veriyordu…”
Şiir “kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır” diyen şair ilk yıllarda vezne ve şekle çok önem verir; ses, anlam ve biçim bütünlüğünü şart koşar. Yine de “asıl mesele söylemek istediğimiz şeye en tam ifadesini getirmektedir: “Form meselesine bu kadar takılıb kalmam, onun hakiki mahiyetini araşdırma yolunda bu kadar çalışmam fiziki çirkinliğimin mahsülüdür. İnsan mahrum olduğu şeyin kiymetini ve manasını daha iyi anlayabiliyor. Formusuz da bu güzellik olmayacağı, olamayacağı bedihidir.”
Şiire batılı bir yaklaşımla giren şair yetiştiği yılların milliyetçi ve memleketçi havası ile Halk şiirinden tesirler alır.
Cahit Sıtkı, Türkce’yi güzel kullanan şairlerdendir. Sade, akıcı, ahenkli bir dil ile kaleme alınan şiirleri cazib olmakla birlikte yoğunluk ve derinlikten uzaktır. Daha çok zengin kafiyeyi tercih eder. İç kafiyeler kelime ve mısra tekrarları, aliterasyon ve assonanslardan faydalanmıştır.
Ana dilin bütün aklığı, konuşma canlılığı ve duygulu sıcaklığıyla yazan Tarancı’nın Güzel Türkce’yi şiirinin baş meselesi olarak aldığı görülüyor:
“Bu can, bu tende oldukça Türkçe ile daha ne güzel, ne yeni, ne harikulade şiirler yazacağız. Öyle yapalım ki, Ziyacığım, Türkçe bizden hoşnut olsun… Asıl olan şey kelimeleri yaşatmaktır… Türkçe yazdığını ve her şeyden evvel bu dili, bir kadını memnun etmeye mecbur oluğunu şair sıfatıyla unutmamalısın.”
“Şairin mesuleyeti ve şerefi sesle başlar, sesle biter. Yoksa kelimenin tek başına manasından beklenen güzellik, nesir hudutları içine girer. Şiir, nihayet bir kelime işidir, duygular, fikirler, buluşlar sonra gelir.”
Tabiata ve olaylara karşı gözleyici bir tavrı olan şair, mecaza karşı değil, yalın söyleyişe daha yatkındır. Çoğu dış aleme ve gerçeğe bağlı olan mecazları ise karışık ve şaşırtıcı değildir. Ancak, Orhan Veli gibi, Cahit’in de teşbih ve istiarelere tümüyle karşı olduğu sanılmamalıdır. Zamanı gelince bazı imaj ve sembollere, ritorik sorulara başvurduğu görülmektedir. Cahit Sıtkı, uzak çağırışımlardan ve hayal oyunlarından pek hoşlanmaz. Açık, aydın söyleyişi, düz anlatımı seçmiştir. Fazla derinlik ve tabiatın sınırlarını zorlamak onda yoktur. Necip Fazıl’ın aksine felsefi temalar ve iç içe mecazler yerine günlük aşkları, genclik, insanlık tasaları, gündelik dertleri ve mutlulukları söylemiştir.
Alınan parçalar Tarancı’nın sanat için sanat ilkesine sımsıkı bağlılığını gösteriyor. Toplumcu kaygılar ancak son dönemindeki birkaç şiirinde vardır. Sade, yalın ve ahenkli bir dille şiir söylemek, uzun cümlelerden kaçıp diyeceğini tek mısraya sığdırmak bol ve güzel halk deyimleri kullanmak üslubunda başlıca niteliklerdir. Halk şiirine, Türkçe’ye sadık olan şairin bu nitelikleri onu insanlara sevdirmiş ve Türk edebiyatında önemli şairler sırasında gelmesine neden olmuştur.

3.2. Türler

Şairliyle haklı bir ün yapmış olan C.S.Tarancı'nın hikaye, makale, deneme, mektup türlerinde de yazıları vardır. Çoğu sanat konularında olan bu yazılar, dergi ve gazete sayfalarında kalmıştır.
Yine şiir görüşlerini, iç dünyasını sıkıntı, hasret ve tasalarını şiirde ne yapmak istediğini Ziya Osman Saba'ya yazdığı mektuplarda belirtir ve “Ziya'ya Mektuplar” adlı kitapta toplanan mektupları, onun adım adım şiirdeki gelişmesini gösterir. Şiir hakkındaki görüşleri kadar, dost ve insan çehresini de yansıtan bu metupları Türk Edebiyyatının en güzel parçaları arasındadır. Fakat bu mektuplar yalnız bir defa yayınlanmıştır. Bundan başka Dr.İnci Enginün Tarancı'nın kızkardeşi Nihal Erkmenoğlu'nun kendisine sunmuş olduğu 52 mektubu ve Diyarbakır Cahit Sıtkı Tarancı Müzesinde bulunan mektupları da bir araya toplamış ve “Cahit Sıtkı Tarancı Evime ve Nihal'e Mektuplar” adı altında 1989 yılında yayınlatmıştır.
Şiir dışında hikaye de yazmış olan C.Sıtkı, bu yönü ile pek tanınmaz. Çokluk Cümhuriyet gazetesinde maişet derdi ile yayınlanan (1937-44) bu hikayelerden bazıları Cevat Sadık ve İrfan Kudret imzaları taşır. Hikayelerinin 24 tanesi Sefahettin Önerli tarafından derlenmiş, 1976'da Cahit Sıtkı Tarancı'nın Hikayeciliği ve Hikayeleri adı altında basılmıştır. Bir çoğu henüz kitap haline getirilmemiştir.
Hikayelerde vaka yok denecek kadar azdır. Genellikle, bazı tipler ve şahısların üzerinde durulur. Günlük hayat içinde bu insanların duygu ve hayalleri anlatılır. Bütün hikayelerde yoğun bir yalnızlık duygusu ve bu yalnızlıktan kurtulma çabası görülür. Şahıslar küçük mutluluklar peşindedir, hiç birinin büyük idealleri, ihtinasları yoktur. Genellikle, memur veya az kazançlı serbest meslek sahibidirler. Hemen hepsi okuyucuya yazarın kendisini hatırlatır. Şiirlerinde görülen Cahit Sıtkı'yı hikayelerinde de görmemiz mümkündür. Kuvvetli bir ironinin kendisini hissettirdiği bu hikayeler şairin şiirleri ile paralellik gösterir. Bütün bunlar şairin şahsi hayat macerasına bağlanabilir.

3. EDEBİ KİŞİLİĞİ / 3.1. Şiir Üzerine Görüşleri

Şiir her şeyin üstündedir: Şiir, bu taltı bela, bu ilk göz ağrımız, ilk ve son aşkımız, bu teneffüs (soluk alma) saadetimiz, bu şehvetli kalp çırpıntımız!
“Tek ihtirası şiir yazmak” olan C.S.Tarancı'nın şiir üzerine kendine özgü görüşleri vardır. “Şiir nedir?” sorusunu “Edebiyyat yapmayı, büyük söz etmeyi sevenler için şiir ne değildir ki! Şiir bir çığlıktır, bir ilan-i aşktır, sallanan bir yumruktur, bir umuttur bir kurtuluştur vb… Kuşkusuz, bunların hepsi şiirde olabilir, fakat bunlar nesirde de olan şeylerdir. Şiirin ne oluğunu anlayabilmek için onu nesirden ayıran özellikleri aramak, onlar üzerinde durmak daha doğru olur sanıyorum” diye cevaplıyor.
“Şiir bir deyiştir, sözlüklerle güzel biçimleri kurmak sanatıdır” deyimini destekler, “şairin bu sanatı bilen adam” olduğunu söyler. “Bu sanatın anlatım aracı dil ve gereci de sözcükler olduğuna göre, şiir yazmak isteyen adamın kullandığı dilin bütün kurallarını iyi bellenmesi, sözcüklerini sınıf arkadaşları gibi yakından tanıması, hangi sözcüğün nerede ve nasıl kullandığı zaman kendisinden beklenen ödevi yerine getireceğini bilmesi gerektir” diye düşünür.
“Şiir yalnız duymakla, parlak imgeler bulmakla değil, dil ve sözcükler konusundaki bu bilgilerle, bu sevgilerle, bu dikkatlerle yazılabilir” söyleyen C.Sıtkı, şairden bu davranışı bekler ve bundan sonrasının çapını belirleyecek seyin şiir yaratma gücünün olduğunu anlatır. Şaire göre, şairin ele aldığı konu fark etmez, bu, şairin isteğine kalır, fakat şair “her şeyden önce şiir yazdığını bir saniye hatırından çıkarmasın” der. Cahit Sitkı Tarancı da sevdiği şairler gibi “şairin şundan bundan söz etmek değil, güzel biçimler kurmak sanatı olduğuna” inanmıştır. “Tarancı'nın şiirle olan bağlantısı oldukça derindir. Bu konuda: …Şiirle hayat arasındaki sıkı münasebete inandığım içindir ki, şiiri hiç bir zaman bir fikrin isbatı, bir davanın mudafaası, bir felsefe sisteminin takdimi olarak telakki etmedim. Şiirin bünyesinin gerektirdiği bu bağımsızlık, şairlerin hirriyyet aşkıyla da izah edilebilir…”
“Şiiri bir hayat aşkı düzeyine yükseltmek gerekir. Rastlantıyla söylenmiş üç beş güzel mısra ile şair olmaya hiçbirimizin ne ihtiyacımız, ne de hevesimiz vardır. Bugünkü genc şairlerde canımı sıkan yön de budur: şiirin hayata olan oranını henüz kavrayamamışlar; onu fantaziden ibaret sanıyorlar” demektedir.
C.S.Tarancı şairin kendisini en çok etkileyen şeyden söz ettiğini düşünür. “Kunduracıdan ayakkabı beklediğimiz gibi şairlerden şiir bekleyelim. Nasıl ki, kunduracı hem iskarpin, hem terlik, hem potin, hem çizme yaparsa, şair de gününe ve koşullarına göre ıstırap şiiri, aşk şiiri, isyan şiiri, ölüm şiiri, kurtuluş şiiri yazar. Bütün sorun, sanatçının yaratma gücüne karışmamaktır” der. Yeni gelen şairlerden de “şiirin kendilerine aşk ve dert edinmelerini, şiirin gizlerini kendi kendilerine keşfetmeye çalışmalarını, kendilerinden önce gelmiş olan şairlerin ne yaptıklarını, şiire neler getirdiklerini, ne gibi güclükleri nasıl yendiklerini öğrenmeye çaba göstermelerini ve şiirin sabır ve direnme işi olduğunu daima hatırlarında tutmlarını diler.

2.2.4. Genel Konular

Cahit Sıtkı Tarancı’nın sıkıntılı ağlamaklı hayatı, ona, bütün yaşıtlarından ayrı ve aşırı içlilik, duygululuk vermiştir. Manevi inançları zayıf olduğu halde Allah’a inanılmayacak kadar çok sığındığını bile gördük. Bedeni hastalıkarı ve ruh sarsıntıları arttıkça yaşama iradesinin azalması, ümitlerinin tükenmesindendir ki, sıkıntıların ucunda musallat bir fikir halinde “korkuna uçurum” gibi ölümü görmüştür.
Adeta, toplumla, dinle yahut kendi dar benliklerini aşan kıymetlerde münasebet kuramayan insanlar ekseriya bir kaçış psikolojisine girerler. Cahit Sıtkı da zaman zaman “tabiat”a, “yaşama sevinci”ne kaçar. Ancak netice itibarıyla onun şiiri, yaşama sevincinin ölüm karşısında yenilik düşmesini dile getirmektedir. Fakat onun yalnızlık, uykusuzluk, ölüm temlerinin ağır bastığı şiirlerinin yanısıra tabiyat ve memleket şiirleri de vardır. Her ne kadar tabiat konusu genel olsa da, içinin karamsarlığı ve ruhunun bedbinliği ucundan bu tür şiirlerinde de C.S.Tarancı kişiliğini görmemiz doğaldır. Mesela, Bizimkiler’de:

Nereye böyle bulut abla?
Az bekle, beraber gideriz;
Ben de buralı değilimdir.


Genellikle onun tabiat şiirlerinde tabiat unsurlarıyla kendi iç dünyası, hayatı, yaşamı arasında bir karşılaştırma görüyoruz. Kar ve Ben’de:

Ruhum karıştı gitti bu kar tanelerine;
Şimdi yağan kar değil, ruhumdur kar yerine.


veya Yağmur ve Ben'de:

Bir bahar güneşini içinde saklayana,
Bu yağmur manzarası nihayetsiz bir huzur.


Yine Bizimkiler'de:

Mahsun durursun ağaç kardeş?
Galiba şikayet rüzgardan!
Anlaşıldı dert ortağıyız.


Hayatındaki hoşnutsuzluklar, “soğuk havalar” Kış Mevsimi şiirine de yansımıştır.

“Sevmedim sevmiyorum seni kış mevsimi”

söylüyor. Bahar Yeli şiirindeyse baharı özlediği, gelmesi için sabırsızlandığı görülmekte. Baharın güzelliklerini tasvir ediyor. Aksedilen tasvirlerden hoşlandığı görülmektedir. Ve bütün bu güzellikleri yaşamak için sevgilisine sesleniyor. Bu baharı, tabiatın güzellikleri içerisinde birlikte geçirmek arzusundadır. Başka bir baharın gelişindeyse “Bahar Geliyor” diye sevinç içerisindedir şair:

Damlardaki kar, saçaklardaki buz
Kanı kaynıyan suya dar geliyor.
Haberin varmı? Oluklardan sonsuz
Akan su sesinde bahar geliyor.
…Yuvada çırpınan yavru kuşların
Uçmak hevesinde bahar geliyor.


Baharı sevincle karşılamanın, gelişine sevinmenin elbette, şairin hayatıyla bağlı bir ilgisi vardır. Demek ki, bu zamanlarda karamsarlığından çıkmış, hayatında güzel olan şeyleri görebilmiştir.
Memleketten uzak kaldığı vakitlerde memleket şiirleri yazmıştır. Görmek arzusunda olduğu memleketini hayallerinde yaşatıyor, bazen de kendini memleketindeymiş gibi hissediyor:

Gün bitti;
Akşam serinliğe başlıyor memleketim.
Doğduğum köy göründü;
Sakin yıldızlarıyla gittikce yakınlaşan sema
Dörtnala kalktı atım sevincinden;
Uçaraktan gidiyorum sılaya.


Özlemini dile getirib inandığı şeyi söylüyor:

Çocukluğumda uçurttuğum uçurtmalar olacak
Bacalara takılan şu beyaz bulutlar;
Belki de rüzgarda namaz bezidir,
Yüzüne hasret kaldığım anacığımın!
Herhalde beni bekleyenler var.

(Varlık, 01.04.1940)

Tarancı, en mahzun anlarında geçmişini, yaşamış olduğu hayatın hatıralarını anıyor ve uzaklardaki “anne”yi özlüyor. O geçmiş zamanlarda namaza durmuş «beyaz örtülü» büyükanneyi hatırlıyor. Onun annesi ile yaz tatillerinde geçirdiği günleri andığını da ailesine, özellikle de, kızkardeşi Nihal Erkmenoğlu'na gönderdiyi mektublardan da biliyoruz. Şiirlerinde de hatıralarını dile getirdiği oluyor.
C.S.Tarancı'nın içinde ve hayatında ölüm ve yaşama sevinci arasındaki karşıdurmalar onu bütün hayatınca izlemiştir. Her ne kadar karamsar, sıkıntılı, kederli olsa da, umudunu, sevincini de şiirlerinde aksettirdiğini görüyoruz.

Sen doğmana bak güzel gün
Gözümü alan aydınlık
Trenler seninle gider
Vapurlar seninle gelir.


demesi de var Tarancı'nın. Başka bir şiirinde:

…Yarınlara güvenle bakıyorum…
…Bu bahar bir hoşluğu var gönlümün…


söylüyor. Ve Müjde şiirinde şaircesine bir umudun varlığını görmemek imkansız:

…Gelecekte bir şeyler olacak
Gün dillediğimiz gibi doğar
İnsan yüzümüz güler olacak…
…Düşle gerçek beraber olacak…


şiirinde daha ziyade şahsi yaşantılarını anlatan Câhit Sıtkı sosyal konulu pek az şiir yazmıştır. O kainattaki her şeyi insana bağlı olarak ele alır. Bu insan Câhit Sıtkı'nın kendisidir. Şiirlerinde yukarıda da gördüğümüz gibi hep kendisinden bahs eder; bir bakıma bu açıdan Necip Fazl'ın “ben” şiirini hatırlatır.

2.2.3. Aşk Şiirleri

Cahit Sıtkı Tarancı’nın ailesine, arkadaşı Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektuplardan ve dostu Şemseddin Kutlu’ya anlattığı bir hatıradan, onun kişiliği, şiiri ve hayatı hakkında ip ucları almamız mümkündür. O hatırayı şöyle anlatıyor:
“Galatasaray Lisesi’nde idim. Arkadaşlarımın çoğu varlıklı, iyi giyinen, gösterişli çocuklardı. Ben giysem, onlar gibi kendime yakıştıramaz pısırıklıktan kurtulamazdım. Çoğunun ceplerinde güzel, fettan kızlardan gelmiş mektublar, resimler bulunur; övünə övüne bir birine okuyup gösterirlerdi. Onların bu başarılarını gördükce içim içimi yerdi. Geceleri yatakhânede pısır pısır, bu çeşitten kahramanlıklar anlattıkca benim gözüme uyku girmezdi”.
Yukarıda görüldüğü gibi kendi hâlinde kendini yakışıklı bulamayaşından rahatsızlık yaşar ve başkalarından eksiği olduğu için karamsar ruhlu, hoşutsuz olurmuş. Ama farklı yanlarını da görmüş ve hatıranın devamında şöyle anlatmıştır:
“Ben bunların çoğundan daha derin, daha duygulu, daha anlayışlıyım; üstelik bâzı dergilerde şiirlerim de çıkıyor. Onlardan eksiğim yok, fazlam var. Hal böyle iken neden benim de kız arkadaşlarım olmuyor; yollu tasalarla, sabahlara kadar, yastığımda döner bire dönerdim.
Tatil, yahut paydos oldu mu, bu hızla okuldan dışarı fırlar, Tünel’le Taksim arasında melil mahzun mekik dokurdum. Ama faydasız, yine de okula eliboş dönerdim. Bu uzun süre böyle gitmişti. Baktım ki bu işin sonu yoktu. Arkadaşlarıma karşı da, kendine karşı da zor durumda kalıyordum. Nihayet buna bir çare buldum;
Kafamda, kendi zevkime göre bir sevgili yarattım. Ona boy pos verdim, kaş göz düzdüm, adını koydum. Artık benim de hiç değilse arkadaşlarıma anlatacak bir “kızım” vardı. Anlatmaya da başladım. Yalnız ne var ki, bunu belgelendirmek gerekiyordu.
Bir gece kuytu bir köşede yazımı değiştirerek, özene bezene, bu düşten sevgilimin ağzından kendime bir mektup yazdım. Beşiktaş postahanesine gidip oradan adıma postaladım.
Mektubun elime geçtiği günkü heyecanımı anlatamam, bu gerçekten, sahici bir kızdan gelseydi ancak o kadar duygulanırdım. Bir süre sonra bu mektupları arkadaşlarıma okurken onlar:
- Cahit sen tam dengini bulmuşsun. Sen şair, o şair... diyorlardı.
Bu mektuplaşma böylece yarım yıl kadar sürdü. Sonunda, galiba ben vefasızlık ettim: Mektuplaşmayı kestim.”
Bu çalışmada önde yazılmış olan “Tarancı’nın hayatı” kısmında onun ilk sevgilisinin Beşiktaşlı olduğunun üzerinde durmuşuzdur. Ve bazı şiirlerinde “Vefasız çıktın, Beşiktaşlım” demesi de belki yukarıda anladığımız hatıradaki “boylu poslu kız”dır.
Görüldüğü gibi, Tarancı’nun aşk konusunda da kötümser olduğu her zaman olmuştur. Ve onun bu hali, yani hayata bakışlarındaki karamsarlık onu açıktan açığa veya sezdirme yoluyla hep ölüm düşüncesine sürükler. Ama dini, tasavvuf inancı olmadığı için ölümü yenemez, bir kader olarak da kabullenemez. “Ah aklımdan ölümüm geçer” deyişinde olduğu gibi hep zihnini kurcalayan kaçınılmaz sonucu, tedirginlik verici bir felaket gibi yaşamıştır.
Cahit Sıtkı’da marazlı içliğe râğmen, Necip Fazıl’da gördüğümüz devimsi sıkıntı ve hafakanlar yoktur. Ama onun sürekli bir hoşuntsuzluk, elem, “üzüntü” havasi içinde yaşaması, üstelik bağlandığı şiire, hayatının anlamı sayacak kadar değer vermesi onun kişiliğinin Ahmet Haşime benzeyişini görebiliriz. Tarancı’nın Mehmet Kaplan’ın da vurguladığı gibi “anın mühim olması” ve anı yaşaması, onun dışından pek çıkmaması onu diğerlerinden ayırıyor. Gerçeküstü ve metafizik alemlere yönelemez. Büyük kabuslara düştüğü de söylenemez. Onun şiirinde bitkinlik, çaresizlik, sızlanma edası vardır. Derin bir düşünce fikir felsefe tasası sezilmez. Ancak her zaman “basit gerçek”te kaldığı da söylenemez. İçinde bulunduğu korkunc maddi boşluktan ürküp Tanrı’yı aradığını da önceki bölümlerde şiirleri dahil anlattık.
Kimi şiirlerinde idealleştirdiği sevgiyle karşılık yaşanmış günlük kadınlardan, hizmetçi kızlarla sevişmelerden, sokağa taşmış maceralardan söz ettiği daha çoktur. Aşk konusundaki kötümserliğinin onun hayatı ve mizacıyla ilgisine bazı şiirlerini anmakla öğrenebiliriz:

Uykusuz gecemde bir kadın...
Gözleri ay ışığında
Vücudu kar beyazlığında;
Saçları bir hazine altın.


Bazı şiirlerinde optimist bir ruhla anlatır aşkı:

Gün yeni doğanındır
Kül, sönmüş ocakların...
Gündüz kelebeklerin
Gece yıldızlarındır...


Ve bu gibi bazı birbirine ait şeyleri hatırlattıktan sonra:

Sen de benimsin benim


- diye sevgilisinden vazgeçemeyeceğini, elinden bir kurtuluş bulamayacağını söyler. “Sarayımız” şiirinde isteklerini dile getirerek kurduğu hayellerden bahs eder. Şair kadının vücudu gibi beyaz mermerden, pencere camları gözlerinin renginde olan saray yaptırmak arzusundadır. Ve o pencerelerden sema, deniz ve güneşin girmesini ister. Sarayda yalnız ikisinin olmasından ve bu sarayın içinde Cennet’i bulabilmesinden söz eder. İnsanlardan, dünyadan, genellikle her şeyden uzak olmaya ümit eder ve sevgilisine bu güzellikte yapılmış sarayda tüm ömrünü geçirmek isteyinin olup olmadığını sorar:

...ister misin sevgilim,
Hiç sonu gelmeyecek bir ömür geçirelim?

(Cümhuriyet gazetesi, 05.11.1932)

Sevgilisiyle olduğu anları rüya bilir ve bu rüyadan uyanmak istemiyor. Böyle anları hayatının “asırlar kadar uzun, müphem ve tatlı bir an” olduğundan bahseder. Aşkın sarhoşluğunu yaşar ve:

Biz o kadar o kadar biribirmiziniz!

dizesiyle şiiri tamamlar.
Bazen sevgilisinin “her şey gibi yakında iken gözlerinde diken” olduğuna inanır. “Sen De Her Şey Gibi” şiirinde:

Her uzak şey gibi öyle yalnız hayal,
Yalnız rayiha, renk, şarkı halinde kal


söyler.
Karanlık gecelerde sevgilisini arayan şair onu geceyle bir tutar ve şöyle der:

Bir güzelliğin var, bir de gece
Alemde hüküm süren gönlümce.
Gerisi kapkara bir düşünce.


Aşkın “ucu ta Leyla ile Mecnuna çıkan ölüm gibi mukaddar Bir yol” olduğuna inanır. “Sarayımız”da olduğu gibi “Düşündüyüm Yer”de de olmak istediği yeri sevgilisine benzetir, onun gibi güzel olduğundan söz eder ve hep orda yaşamak arzusunda olduğunu belirtir.

Sevgilim, burdan uzak,
Uzaklarda yaşamak,
Sevmek ve ölmek için,
Açılıp denizlere
Bir gün gitsek mi dersin
Sana benzeyen yere.

(Gündüz, Aralık 1936)

Boşa geçen günlere “yazıktır” der:

Bugün varım yarın yokum
İşim bir şarkılıktır.


mısralarıyla sevgilisinden onu sevmesini bekleyerek “Sevsen beni çocuğum” söyler.
Bir yağmur akşamında düşüncelere dalar, hatıralarını aklına getirip üzülerek bir pişmanlık sıkıntı hissettiğini Yağmur Yağıyordu şiirinde zarif bir lirizmle, şaircesine anlatır:

Yağmur yağıyordu Paris kaldırımlarına;
Seni düşünüyordum penceremde!

(Penceremiz olabilirdi)

Belki de bu 3 dize şiire güzellik veren, şairin iç dünyasının hüznünü dikkate çektiren tek satırdır. Ardından:

Yağmuru sevmediğin geldi aklıma
Bulutlar da hatırlamış olacaklar ki
Yağmurda üzüldüğünü ,
Sağnak durdu birdenbire;
Güneş açtı
Yüzün güldü mü bilmem,
İstanbul’daki pencerende.


Sevgilisinden ayrı kalan şair onu düşünerek şiir yazıyor ve şairin en son dizesinde bunu belli ettiriyor.
Şairin “imkansız vuslat”larla ömrünün mihnetle geçişi onu ümitsizliğe şevk ettirir. Fakat her ne kadar şöyle böyle nedenlerle karamsar olsa da her şeyin sonunda bir ümidin varlığına inanç elbette vardır.

Elbette inanmamışsındır,
Öldü diye duydunsa beni;
Sevenlere kurşun işlemez.


Her ne kadar geceleri uykusuz, yalnız olsa da, sevgilinin hatırlarından sarhoş akşamları şiir yazmakla, rakı içmekle geçirir. Ve kendini sıhhatte, sağlam hissederek:

Bakma otuzu aştığıma;
Gönlüm hala yirmisindedir,
İlk öpüştüğümüz gün gibi.


söylemeye gücü yetmiştir. Uykusuz gecelerini bazen “tatlı” bulur ve esmer güzeli yari’nin şerefine:

Bu meltemli geceler
Bu sesi, ayışığı,
Uzayan türküleri
Cırcır böceklerinin,
Bu cümbüş, bu muhabbet
Bu tatlı uykusuzluk
Hep senin şerefine.


söyler. Şair murada ermeği bazen “dünya gözüyle” görmek ister ve varlığı bir bilmece gibi beraber çözmek arzusunu şiirlerine döker. Bazen de “Serenad” söyler sevgilisinin penceresi önünde:

Kimdir bana gülümseyen yeşillik balkonundan?
Demek gecelerden sonra nihayet gün doğuyor.
Bir gülüşündür gencliğimi döndürdü yolundan;
Yanan şu alnım elimin gölgesiyle soğuyor.


Şair, başka bir şiirinde tabiatın güzelliğini sevgilisinin güzelliğinde görüyor. “Sarayımız”da olduğu gibi “Desem ki” şiirinde buna rastlarız ve bazı dizelere dikkat edelim:

Rüzgarların en farahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende gördüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini...


Tarancı her şeyin güzelini aşkta, sevgilide görüyor. Onun için şiir yazmak nasıl “soluk alma” gibi doğal bir şeyse, sevgilisini de “hava kadar lazım”, “ekmek kadar mübarek”, “su gibi aziz” biliyor. “Bahçemde bahar”, “Evimde şenliksin” söylüyor. Be tabii ki, kendini kaptırmış olduğu “sofrasındaki en eski şaraba” bile benzetiyor.

Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin


dizeleriyle aşka ve sevdiği kadına nasıl da tüm varlığıyla, içiyle bağlı olduğunu gösteriyor. Şiirin bazı dizelerinde sevgilisinin güzelliğini anlatır ve bir gün:

Şayet sesimi farkedemezsin,
Rüzgarların, nehirlerin,
Kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.


diyerek şiirin en güzel kısmına yol açar ve sonda:

Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini;
Ve neden sonra
Tekrar duyuduğun gün sesimi gökkübede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.


söyler. Şiirin son satırları adeta baştan sonadek gelen bir yolun müthiş sonluğunu gösterir. Şiir yalnız bu kadar duygusal, lirik ve içten söylenebilirdi. Bazen egoizmi andıran bazı dizelere de rastlayabiliriz. Fakat şiirin sonuna geldıkçe şairin “güzelliği görmeyince güzellik değil” anlamına gelen kelimeler kullandığının şahidi oluruz. Ve kullanılmayan şeyin gereksiz, lüzumsuz olduğu anlamına gelir söyledikleri. Mesela, Çılingir Sofrası’na gelince:

Otur ki sandalye hatırlasın
Sandalye olduğunu.
Masa da unutur masalaığını,
Elini komasan üstüne.
“Kadehim, kadehim dediyin şey,
Dudağını değdirmedikce kadeh değildir.
Mezeler de bilmez renklerini, lezzetlerini,
Çatalını dokundurmazsan.


Ve şiirin en son satrı şiir boyunca gelen fikri açıklar. Tarancı son derece poetik bir dizeyle hisslerini, fikrini tamamlar:

Fakat farkında mısın?
(Varlık, 15.05.1940.)

Şairin şiirlerindeki tip hayatıyla, kişiliğiyle tanışlığımızdan kendisinin olduğu belli olur. Ve aşk şiirlerindeki o duygusal, lirik kişi sevgisyle yaşadığı mekanda değil, hayal aleminde kurduğu “saraylarda” ve başka yerlerde olur. Ve çoğu şiirlerinde o yerin neresi olduğunu kendisinin bile bilmediğini söyler ve oranın yeryüzünden çok uzak bir yerde olduğuna inanır:

Ne hikmettir Yarab, ne güzel!
Herhalde yeryüzünde değiliz;
Sahiden biz nerdeyiz sevgilim?


Onun kendisine ve belki de hayal olan sevgilisine sorduğu sorular ise ritorik sorulardır. Ve belki de o yerlerin hayal olarak kalma isteğindendir ki, şair bu sorulara cevabı aramıyor, yalnızca soruyor.
Cahit Sıtkı, aşk şiirinde aşkın tarifini vermeye çalışmış ve “Kelimelerle güzel sanat yaparak” böyle söylemiştir:

- Aşktır şadeden gönülleri;
Perişan, berbat eden gönülleri.
Aşk söyletir en yanık türküleri
Ay buluta girdiği gecelerde.


Şair, aşka çılgınlıkla bağlı olduğunu da saklamaz, fakat bu çılgınlığı ilk aşkta yaşamış olduğunu, o hazzı ilk aşkta duymuş olduğunu İlk Aşk şiirinde güzel bir şekilde anlatmıştır:

“Aşkınla deli divane olduğumuz,
Sarmaşığa tırmandığımızdan belli...
Belki bugün bu yaşta tekrar olunmaz,
İlk aşk gecesinin yeminleri
Fakat nerde ilk öpüşün verdiği haz?
Saadet bilmiyorum o hazdan gayri.

(Varlık, 01.06.1943)

Misafir (Varlık, 01.10.1943) şiirinde sevgilisiyle nasıl sevişmesini hayal ederek bu saadete şiir söylemeyi düşünür.

Şiir söylerim saadete dair,
Odama misafir olduğun gece.


Bazen aşkı, sevişmeyi sessiz, “Kelime konuşmadan”, işaret çekmeden yaşamış olduğu hallerini de şiire dökmüş, yalnız göz göze gelmekle” sevişebilmenin varlığını isbatlar.
C.Sıtkı Tarancı’nın tüm şiirlerine yansımış olan “ölüm” temine onun aşk şiirlerinde de rastlarız. Sonu murada ermeden biten aşkların, tadılmış olan ayrılıkların aşığa vermiş olduğu üzüntüyü süslü, güzel bir şekilde sanat yaratırcasına dile getirmeyi Tarancı çok güzel becermiştir. Onun aşk şiirelrinde insan duygularının, aşığın hiss ve heyecanlarının, yaşanmış olan anların, acıyla anılan ayrılıkların aksini görmemek mümkün değil. Ve şiirdeki tipin, yani şairin kendisinin yaşamış olduğu kaderleri onunla paylaşmamak, acısına ortak olmamak elimizde değil. Sonu ayrılıkla biten aşklara karasevda denmesinde de bir sebep vardır ki, bu da aşığın düşmüş olduğu alemin karanlık, zülmet olduğu anlaşılır ve tabii ki, Tarancı’nın da Karasevda diye isim verdiği şiirini okuyunca aynı hissleri, heyecanları şairle paylaşmış durumda kalıyoruz. Şiirden bir kaç dizeyi hatırlatırsak güzel olur:

Bir kere sevdaya tutulmayagör;
Ateşlere yandığının resmidir.
Aşık dediğin, Mecnun misali kör;
Ne bilsin alemde ne mevsimidir.


Bu dizelerde şairin Leyla ile Mecnunu hatırlattığı ve “aşkın gözü kör olduğuna” işaret ettiği görülmektedir. Aşkın alevler gibi yaktığından söz eder şair. Ve aşığın “gözlerinin bağlı” olduğundan alemde gelen mevsimi bile görmemesi insanın tüm gücüyle varlığıyla aşka kendin vermesi güzel bir şekilde anlatılmışdır. İlk üç dizeden aşığın hali belli olur. Demek ki, şairin vermiş olduğu tarife göre aşk insanı mahzun ederek bir köşeye çekilmeğe mecbur eder;aşk insanı yemekten, içmekten keser ve aşka tutulan insan sevgilisiz uykuyu haram biler ve ayrılığı ölüm gibi yaşarmış.
Ve şiirin en son satırında söylenilmiş olan fikir sanki bir deyim. Şairin ayrılık ve ölüm temlerinin eş anlamlı olduğuna inanarak söylemesi okuyucuda da inanç yaratır ve ölümün de zaten ayrılıktan yana acı olması fikri savunmamıza neden olur.
Tüm karamsar ruhlu, karasevdalı şiirlerin ardından bir de “Düşten Güzel” şiiri gelir ve şiirin en son dizesinde söylenmiş olan çok samimi bir kaç kelime Tarancı’nın da yüzünün bir zamanlar güldüğüne işaret ediyor.

... Sevgilim gülüyor yanıbaşımda...
...Sende murada erdim kırk yaşımda...


Fakat bir az sonra Kırık Kalpler adlı şiire rastlarız ve Cahit Sıtkı’nın yeniden önceki haline geldiğini görüyoruz:

Biz aşkla başı dönmüş iki çocuk
Bütün bir bahar o çiçek ben yaprak.
Ya Rabbi ne güzel sevişiyorduk
Dünyayı aşktan ibaret sanarak...
“Göz mü değdi ne oldu bu sevdaya
Ayırdılar bizi bir birimizden
Hem de göz göre göre yürek parçalaya.


ve Tarancı’nın “ilk önce güneşten ana südünden başladığı aşkı” bazen onun sevincine, bazen de hüzünlü, elemli olmasına sebep olmuştur. Fakat tabiata, insanlara, güzelliğe ve en sonda şiire aşık olan şair nasıl olursa olsun aşkın güzel bir şey olduğuna inanmıştır.

2.2.2. Ölüme Dair

“Yalnız geçen ömrün bir uykusuzluk gecesi” şâirin kendi kendini sorguya çekmesi çok doğal olabilir, ama bir insanin hayatında bu gibi gecelerin ağır basması onun ruhunun bozulması ile neticelenebilir. Şâirin karamsar ruhunun ifadesi ve nedeni olan yalnızlık-uykusuzluk şiirlerinin ardından onun ölüm teminin fazla kullandığı şiirleri, genellikle ölümü konu alan şiirleri ortaya çıkar. Ölüm etrafında fazla düşünmesini, onu konu olarak ele almasını anlayabiliriz. Şâir olan her kişini düşündüren bir konudur ölüm. Çoğu insanlar tarafından incelenmiş olan bu konu Cahit’i de çok düşündürmüş ve onun bugün için miras koyduğu, severek okuduğumuz şiirlerin yazılmasına sebep olmuştur.
Ölüm üzerine yazılmış şiirlerinden Korkulu Köprü, Bir Ölünün Rüyası, Bir Kapı Açıp Gitsem, Ölüm, sinsi ölüm..., Ölmüştüm, Ben Ölecek Adam Değilim, Ölümden Sonra, Yanlış Bilmesinler Beni, Bir Ölünün Ağzından, Dalgın Ölü vs. eserlerinin adlarını zikr edebilirız.
Bir Ölünün Rüyası şiirinde insan ruhunun insanın ölümünden sonra bir kuş veya başka bir şey gibi hayata yeniden dönüşüne inanç var.

Bilsem şimdi bu ses hangi bahçede kuş?...

dizesi bunu söylememize nedendir.
Tarancı ölümü her gün duyduğundan gölgesinin omuzunda bir el gibi durduğundan bahseder. Bazen kendisini ölmüş bilir. Ölmüştüm (Yücel, Ekim 1937) şiirinin ilk dizelerine dikkat edersek, bunu görebiliriz:

Günüm Gelmiş, saatim çalmıştı nihayet,
Ölmüştüm, kabrimde unutulmuştu ceset,
Zulmette böcekler eczasını yiyordu.


İnsan ruhunun öldükten sonra daha serbest, daha özgür olduğuna inanç da şiirin son dizelerinde görülmekte:

Ve alışmamış bir günün seherinde,
Ruhum bir atlı gibi dörtnal gidiyordu,
Yemyeşil uzanan sükun vâdelerde.


Yaşadığı yalnızlıktan kurtulmanın yolunu arar ve Her Gece mi Uykusuzluk şiirinde ölümü arzular.

Derhal gelebilirsin, ölüm
Kapı açıktır, lamba sönük.


der.
İnsanın öldükten sonra “bir ağaç kötüğünden farksız olduğuna inanıyor şair. “Boş ev” gibidir adeta der.
Tarancı kendisine “gürbet görünen ölüme Ben Ölecek Adam Değilim” söyler. Bu şiirde hayata bağlılığından, onunla nasıl temas ettiğinden ve ona olan sevgisinden bahs eder. İşte hayatın bu güzelliklerinden ayrılmanın acısını yaşar. İnsanın alıştığı şeylerden ayrılmasının nasıl zor olduğunu ölüme anlatır.

Alıştım bir kere gökyüzüne,
Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar.
Sıkılırım.
Kuşlar cıvıldamasa dallarında,
Yemişlerine doymadığım ağacların.


Güneşi, Yağmuru farketmek ister, denizi, karlı dağlarla sürülmüç tarlaları görmeyi arzular. Bu hayatın tadına, tuzuna, ekmeğine, suyuna doymadığını anlatır. Gideceyi yeri düşünür, hayal eder.

Ya nasıl dururum oluğum yerde
Öyle upuzun yatmış,
İki elim yanıma getirilmiş,
Hareketsiz,
Sükuta ramolmuş,
Sanki devrilmiş bir heykel?


C. Sıtkı’nın bu lirizmi insanın duygularına dokunur, onun hayat ve ölüm ikilisi veya tezadı etrafında düşünmeye şevk ettirir.
C.S.Sıtkı’nın hayata, insanlara olan sevgisi dahi bu şiirde belli olur:

El sallamalıyım
Giden trenlere
Kalkan vapurlara.


söyler.
Tarancı şiirinde “ölüm” temine 1935’li yıllardan sonra rastlanır. Aslında bu korkunun tesiriyle hayatın, insanların, tabiat ve kainatın, yaşamın güzelliğini keşfeder. Yukarıda adı geçen mısralarda görüldüğü gibi. Bunda varlık ötesinin inancını kaybetmesinin de rolü vardır. Mehmet Kaplan’ın bu konuda söylediklerine dikkat edersek, onun hayat ve ölüm konusundaki fikirlerini açık şekilde görmeye imkan buluruz. Tarancı’da bulunan bu şüpheciliğin, dine karşı cephe almanın, dinsizliğin mudafaasının benzerlerini Cümhuriyet’ten önce de görülmüş olduğunu söyleyen Mehmet Kaplan sözlerinin arkasından böyle der:
“…Cahit Sıtkı ve Orhan Veli nesli, artık ne dine, ne de tarihe inanıyorlardı. Onlar için sadece “yaşanan an” mühimdi”.
Ancak C.Sıtkı ölüm korkusu ile bu dünyaya sımsıkı bağlanmaya çalışmakla beraber mizacı itibarı ile romantik ve bir hayli santimantaldır. Çoğu kez sevinçle karamsarlık arasında sıkışır. Bazen hayatın güzelliğini duyarak, hissederek ölüme “Ben Ölecek Adam Değilim” der, bazen de yalnızlıktan, uykusuzluktan kurtulma yolunu ölümde arar ve ölmek ister. “Şaşırdım Kaldım” şiirinde bu duygu açıkşa görülmektedir:

Şaşırdım kaldım nasıl atsam adım;
Gün kasvet gece kasvet.
Bulutlar, sisler içinde bunaldım;
Gök mavisine hasret.
Olmuyor seni düşünmemek Tanrım.
Ummamak senden medet.


veya başka bir şiirinde (Allahı ararken (Yücel, Kasım 1937))

Bilirim ne yapsam hata,
Yanlış, attığım her adım;
Ellerim ehna dalında
Bir Sen varsın bana yakın.


mısralarıyla şiirin devamında yalnız Tanrı’nın ona yakın olduğunu ve Tanrı’ya inadının da karamsarlıktan ileri geldiğini biliyor ve:

Yaşaran gözlerime bak,
Ben yalan söylemek bilmem.
… Bana ben gibi rüyasız
Yüzün gerek Yârab yüzün.


der. Şiirin bu kısmında Yunus Emre’nin “Bana seni Gerek seni” demesini hatırlayoruz. Şiirin sonundaysa:

Medet büyük Allah medet…

dizesiyle en son imdadın Tanrıdan geleceğine inandığını gösteriyor.
C.S.Tarancı aslında hayata çok sıkı bağlı, etrafına sevgiyle bakan şairdir. “Yanlış Bilmesinler Beni” şiirinde:

Annem, kardeşim gibi severim
Ağaçları, taşları, çiçekleri


söyler. Ve şair aslında bu hayattan, hayatın güzelleklerinden ayrılmak istemez ve kendini “ölüm tehlikesi”nden korur bir şiirinde:

Hızla geç kalabalık cadedden;
Şoför milletine güven olnaz.
Çabucak sapıver sokağına;
Akşam karanlığı tekin değil.
Durma çal evinin kapısını,
Taş düşebilir komşu duvardan,
Ben geliyorum demez ki ölüm
Kaza bela adımı başındadır.


ve insanın ölmeden önce yapması gereken şeyleri düşünerek şiirin son mısralarında dile getirir:

Kişi evde gerek akşamlar;
Ölürse hellalaşarak ölür.


Ben Aşk Adamıyım’da yukarıda söylediğimiz gibi hayata sevgi, insanlara sevgi C.Sıtkı şiirirnin ölümü konu alan şiirlerinde dahi vardır:

Ben Aşk Adamıyım,
Sevmeye geldim insanları,
Gönlümle, elimle, kafamla sevmeye;
Hesapsız, karşılıksız,
Ayrılık gayrılık gözetmeden.


Ve ölümünde bile:

Gün gelip gidersem şayet,
Öyle severekten gideceğim ki,
Karanlık kıyılardan bile olsa,
Candan selâmlarım
Civarımdan geçecek gemiler;
Güneşli gemiler;
Şarkılı gemiler;
İçlerinde kendim varmış gibi!


Hayatta öldükten sonra bile yaşayacağına inanç var. Tıpkı bir şiirinin sonunda olduğu gibi:

Kabrime çiçek getirenlere gülerim;
Gâfil kişilermiş şu insanlar vesselam;
Bilmezler ki bu kabirle yoktur alakam;
Ben o çiçeklerdeyim, ben bu çiçeklerim.


Cahit Sıtkı’nın şiirlerinde çok sıkı rastladığımız ölüm temine dünya edebiyatının da çoğu şairlerinde görebiliriz. Onları kıyaslamak için birkaç dizeye dikkat edelim:

Ölümden – ihanet pis
Ölümden – rezalet pis
Bazen nice güzelsin
Ölüm, sen ey saadet!

(Ali Kerim, Azerbaycan Edebiyatından)

“En hoş günlerde de hayatı neden
Varlıktan yokluğa taşıyor ölüm?
Topraktan tohum gibi hiss ettirmeden
Varlığın içinde yaşıyor ölüm…
… Ölüm puskudadır , bizi izliyor…

(A. Kuşner, Rus Edebiyatı)

veya şiirlerin içerisinde ölüm temiyle ilgili ilgi çekici deyimler:

“Ölümün gelişini işidende ölmek”
***
“Bazen hakk kazanır ölende insan…”
***
…“Ölümleri kuca-kuca ”…
***
…Ne seni dindirdi ölüm
ne bizi,
Söndürdü nağmeyle
Yaşayan nabzi”

***
“… İnsan deryasında bir kayık gibi
aktı tabutun”

(Ali Kerim)

“Ölüme mahkumdur hisslerimiz…”
(Andrey Dementyev)

vs. bu gibi dizelerin üzerinde durmak ve kıyaslamak mümkündür. Tarancı’nın da kendine özgü ölümle ilgili deyimleri vardır. Mesela,

“Çoktandır ümitler sende ölüm”
***
“Işığı güneşten zinde ölüm”

ve şair Ölüm şairinde (Varlık, 01.09.1935) ölüme sorular sorar ve müjdeyi ölümden umduğuna işaret eder:

… Ne gün kalkacak bu perde ölüm?…
…Ne gün aslına dönecek bu ten?
- Taş, toprak, çiçek su veya maden - …


ve ölüm beklercesine:

Ruha ebediyeti vadeden
Efsanevi yalan nerde ölüm?


- der. Başka bir şiirinde de:

“Öldük, ölümden birşeyler umarak…

diye önceki dizede olduğu gibi ölümden birşeyler bekler. Bazen ölümü kurtuluş olarak kabul eder ve onu beklediğine dikkati çektirir.
Tarancı’nın şiirlerinde çok sıkı rastladığımız “ölüm”, dolayısıyla ölümü anlatan şiirlerinde kendini ölmüş bilmesi insanı duygulandırmadan geçmez ve sanki şair çok erken öleceğini biliyor ve şiirlerinde kendi ölümünü hiss ediyormuş.
Sanatkarın Ölümü şiirinde adeta kendi için:

Gitti gelmez bahar yeli
Şarkılar yarıda kaldı.
Bütün bahçeler kilitli;
Anahtar Tanrıda kaldı.


Ve Tarancı’nın şiir bahçesinin anahtarını bulmaya çalıştığımız bu yazının sonunda onun “Perişan Sofra”sından bu dizeleri anmamak imkansız:

Sen gittin, soframız oldu tarumar;
Doğan günü yadırgıyor halimiz.

2.2. TARANCI ŞİİRİNİN KONUSU / 2.2.1. Yalnızlık – Uykusuzluk

C. S. Tarancı şiirinin konu alanına geldikte zorluk çekmeden birkaç konu üzerine dayandığını söyleyebiliriz. En çok kullandığı temler ölüm, yalnızlık, sevgi, dostluk, tabiat ve aşktır. Ele aldığı konuları epeyce incelemiş durumda.
Tarancı’nın yalnızlık şiirlerinden adını zikr edebileceğimiz Yalnızlık (Akademi 15.05.1931), Yıldızlar (Yücel, Ağustos 1938), Yalnızlık Mâcerası (Sanat ve Edebiyat Gazetesi 04.11.1947), Yalnızlığa Dâir (Varlık, 01.11.1943), Yalnızlığımız vs. şiirlerinde içerisinde bulunduğu yalnızlığı anlatır. Meselâ, Gidiyorum (Muhit, Ağustos 1931) da söylediğine bakalım:

Çölde bir yolcu gibi yalnızlığım içimde
Kavrulup gidiyorum.


Yalnızlık, şairin şiirlerinden anlaşıldığı gibi içinde daima vardır. Ve bu yalnızlık onun tüm ruhunu sarar.
Uykusuzluk (Muhit, Ocak 1931)şiirinin ilk dizelerinde:

O kadar korkarım ki, uykum kaçtığı gece
Sanırım bir çöldeyim, gözlerimde susuzluk.
Hafiften serpilmeye başlayıp da giitikce
Artarak tufan olan yağmurdur uykusuzluk.


söyler. Gece yalnızlığında bir de uykusuzluk oldukça etrafını bürüyen keder içerisinde insanın çekmesi zor olan ıstıraplar duygulu bir şekilde anlatılyor. Yalnız gecelerinde uykusuz kalan şairin “içimde bir çığlıktır uykusuzluk” demesi çok doğaldır. Yalnızlığın sükutu dudaklarına konur ve güzel, süslü bir şekilde okuyucuya anlatılıyor.
Başka bir şiirinde şâir, yalnız ve uykusuz gecelerinde yaptıklarından söz eder. Tabiî ki, bu vakitlerde insan olumlu olumsuz herşeyi düşünür, aklına iyi kötü şeyler gelir. Aşağıdaki dizelerde Tarancı’nin bundan kurtulması için neler yaptığı, yalnızlık korkusundan ne gibi hayeller kurduğu bahsedilir.


Bazı uykum kaçtığı geceler,
Düşünmemek için kötü şeyler
Koşar yıldızları seyrederim,
Sabahı kollayan pencerem’den.


Ve de

Yıldız yoksa şaşmam düşüncemden,
Yıldızları kendim halkederim.


demesi şairin kendini yalnızlıktan korumasından ötrü kendi kendini nasıl da kandırdığı anlaşılır.
C. Sıtkının kişiliğinde bulunan ve şiirlerinde aks etdirdiği hayata, insanlara, tabiata olan sevgiyi Azerbaycan şairlerinden Ali Kerim’in :

Ömür tenhalıkta bada giderdi
Eğer olmasaydı güzel insanlar


dizeleriyle alakalandırabiliriz.

Ali Kerim yalnızlıkta olabilecek şeyleri diyorsa, Tarancı yalnızlığında yaşadıklarını, kendi uydurduğu hayallerini anlatır. Ali Kerim’in başka bir şiirinde yalnızlık başka bir şekilde izah ediliyor:

Otağı doldurup yine tenhalık
Bir yudum yer koymamıştır
Saatin cansıkan takkıltıları
Gönlüme dökülen soğuk yağıştır.


veya C.Sıtkı Tarancı yalnızlıktan kurtulma amacıyla bin bir hayeller kururken Ali Kerim yalnız kalmak istiyor ve şöyle yazıyor.

Tenhalık istıyorum –
Büyük, derin,
dolu tenhalık!


Cahit Sıtkı Tarancı’nın içinde ve şiirlerinde bulunan yalnızlığı bazen kendisini ölmüş gibi hissetmesine neden olur. Ve:

Öyle yalnız kaldım kı hayatımda
Kimi gün öldüm kimi gün ilâh oldum
Çok zaman annemin dizlerine hasret
Koydum başımı kendi dizlerime.
Doya doya ağladım.


Bazen de Tarancı geçirdiği yalnız hayattan, karamsarlığından usanır ve yaşadığı hayat için pışmanlık duyar:

Bu akşam ilk olarak ağladım
Bekar adamın penceresinde
Hani ev bark? Hani çoluk çocuk?
Ne geçti elime bu hayatın
Meyhanesinde, kerhanesinde?
Yatağım her gece böyle soğuk
Seadet bu ömrün neresidi?


Taranacı’nın bu şiirin son dizesinde söylediklerine karşılık yine Azerbaycan edebiyatından bir dize verebiliriz:

Şirin ne var hayat gibi?!...
(Ali KERİM)

Şâirin bu tezatlı halleri hayatının sonuna kadar devam etmiş ve ilerideki bölümlerde de üzerinde bir daha duracağımız şiirlerinde aks ettirmiştir.

2.1. HAYATI

Cahit Sıtkı Tarancı 1910 yılında Diyarbakırda Prinççizadeler ailesinde doğdu. Babası Bekir Sıtkı Efendi, annesi Arife Hanım olmuştur. İlk okulu Diyarbakır’da Nümune-i Terakki mektebinde okudu. Istanbul’a gönderilerek Kadıköy’de Saint Joseph Lisesi’nin dokuzuncu sınıfına nakletti. Bu lisede Ziya Osman Saba ile arkadaş oldu ve bu arkadaşlık ömrünün sonuna kadar devam etti. 15.12.1929 tarihinde ailesine gönderdiği bir mektupta şiir yazmaya başladığını, şair olma düşüncesini anlatır:
“Benim çizilmiş bir mefkûrem vardır. Ben herşeyden evvel yaşamış olduğuma delil olmak için bir eser meydana getireceğim. Nâmınızı, memleketimizi ve nâmımı yükselteceğim. Gelecek nesiller bir Prinççizâde ailesinin varolduğunu bilecekler ve bu ismi hürmet ve takdirle anacaklardır”.
Edebiyatla ilgisi ilk okulda iken başlar. Nâmık Kemal’in, Tevfik Fikret’in, Mehmet Emin’in şiirlerini yüksek sesle okumayı pek sevdiğini söyler. Ardından Fransız okulunda durmamacasına Dıyarbakır’daki kızkardeşine manzum mektuplar yazar. Ve: “Bende edebiyata ve özellikle şiire karşı gerçek ve köklü denilebilecek ilk ilgi Galatasaray onuncu sınıfta sıra arkadaşım Ziya Osman Saba’nın yardımıyla tanıdığım Baudelaire ile başlar. Bu devr Fransız şairini içime sindire sindire okuduktan sonradır ki, şiir yazmak benim için soluk almak (teneffüs), yemek, içmek kadar doğal bir yaşam eylemi oldu:
Ailesi arasında edebiyatla uğraşmasını teşvik derecesinde destekleyen dayısıydı. Şiirlerini götürüp Abdullah Cevdet’e göstermesini istemiş ve Cahit Sıtkı şiirlerini bir deftere geçirerek İçtihat Evi’nin “eşiğine” gider. Abdullah Cevdet’in onu nasıl karşıladığı konusunda şâir şunları söyler: “Dr. Abdullah Cavdet beni asla unutamayacağım bir içtenlikle, bir ilgiyle, bir güler yüzle karşıladı. Bütün manzumlerimi dikkatle okudu, kusurlarımı söyledi”.
Abdullah Cevdet ona bazı tavsiyyelerde bulunmuş ve o sıradan çok kitap okumasını söylemiş. O devirde Cahit Sıtkı Baudelaire’i okumuş, düşünmüş ve bir yıl içinde bir defter daha doldurmuştur. Fakat artık yalnızca yazmak onu tatmin etmemiş ve şiirlerinin yayınlanmasını istemiş. Servet-i Fünun yazı işleri müdürü Halit Fabri’ye gitmiş, Halit Fabri yirmiyi aşkın manzume içinde tek bir manzumeyi beğenmiş ve Servet-i Fünun’da yayınlamıştır. Bu sevinci yaşayan Cahit Sıtkı repörtajlarının birinde:
“İmzamı Servet-i Fünun’un sütunlarında gördüğüm gün yirmi dört yıllık hayatımda bir eşini bir daha bilemeyeceğim bir sevinc içindeydim” söyler.
Servet-i Fünundan sonra Mühit’te, Galatasaray Mecmuasında bir çok yazıları yayınlandı.
Sevdiği, okuduğu şair ve yazarların Tarancı’ya çok büyük etkisi olmuştur. Onlardan Corueille’nin, Rocine’in, Moliere’nin, Lamartine’nin, Baudelaire’nin divan edebiyyatından Fuzûli’nin, Yunus Emre’nin, Şeyh Galib’in, Tanzımattan Halit Ziya, Fecr-i Ati’den Ahmet Haşim, Yakup Kadri, eserlerinde Doğu ile Batı’yı büyük bir ustalıkla kaynaştıran Yahya Kemal’in, Genc Kuşak’tan Peyami Safa’nın adlarını zikr edebiliriz.
Cahit Sıtkı Tarancı, 1931’de liseden mezun oldu. Babasının arzusu uyarınca Mülkiye Mektebi’ne girdi. Şiirlerini Peyami Safa’ya gönderir, o da Cümhuriyet gazetesinde şiiri tanıtan üç makale yayınlar. Bu yazılar şâirin tanınmasında etkili olur. Daha sonra şiirlerini “Ömrümde Sükut” başlığı altında kitaplaştırır ve kitabını Peyami Safa’ya ithaf eder. Artık kendini tamamıyla şiire verir. Derslere pek girmiyor, bu yüzden başarılı olamıyordu. İçkiye alışmış, aşk maceraları peşinden koşmaya başlamış, lakin çirkinlik kompleksi yüzünden kötümser bir ruh haline girmiştir. Dört yil sonra Mülkiye’yi bitirmeden ayrıldı. Diyarbakır’a gitti, dönüşünde bu defa Yüksek Ticaret Okulu’na yazıldı. Aynı zamanda Sümerbank’ta memuriyete başladı, bir yandan da Cümhuriyet gazetesine hikayeler yazıyordu. Memuriyet hayatı bir yıl sürdü ve 1939 sonlarında Sciencer Politigues’e devam etmek üzere Pâris’e gitti. Orada bir yandan Cümhuriyet gazetesine hikayeler gönderiyor, bir yandan da Pâris Radyosu’nda Türkiye yayınları spikerliği yapıyordu. Pâris’te Oktay Rıfat ile birlikte idiler. Ancak 1940 yılında savaş tehlikesi belirdi ve Paris bombalanırken bisikletle şehirden ayrıldı; Lyon’a, oradan da Cenevre’ye geçti. İsviçre’de bir süre kaldıktan sonra yurda döndü. 1941-1943 yılları arasında askerliğini yaptı, terhis olunca İstanbul’a gitti. Babası da o yıllarda İstanbul’a taşınmış ve ticarete başlamıştı. Cahit Sıtkı bir süre babasının ticari defterlerini tuttu. Çok geçmeden kendini yine içkiye kaptırdı, babaevinden ayrılarak Beyoğlu’nda bir pansiyona taşındı. 1944 yılı sonlarına doğru Ankara’ya gitti, Anadolu Ajansı’nda mütercimlik yaptı. Bu yıllarda Ahmet Muhip Dranas, Orhan Veli Kanık, Sahap Sıtkı İlter, Metin Cevdet Anday, Oktay Rıfat, Baki Sahi Edipoğlu, Ceyhun Âtıf Kansu, Yaşar Nabi Nayır, Cevdet Kudret Solok, Sabahattın Eyüpoğlu gibi yazar ve şairler ile aynı çevrede bulundu. Otuz Beş Yaş adlı şiiri ile C.H.P. “Şiir Yarışması”nda birinciliği kazandı ve bu olay şöhretini iyice artırdı.
Şiir yazmağa başladığı sıralarda “ünlü” olmaya çok imrendiğini saklamamış, fakat “sonra gerçek ünlüleri, yalancı ünlülerden ayırt etmeye başlayınca bir okuyucu kitlesi tarafından sevilip beğenilmenin kolay bir şey olmadığını anladım ve bu anlayışla çalişmaya koyuldum” diye söylemiştir.
Tarancı, yarışmayı kazandıktan sonra Anadolu Ajansı’ndan ayrılarak Toprak Mahsulleri Ofisi’ne geçti, oradan da Çalışma Bakanlığında mütercimklik kadrosuna tayin edildi. Kısmen muntazam bir hayat sürmeye başladı. 1951’de Cavidan hanımla evlendi. Fakat bu mutluluk uzun sürmedi. 1954 yılında hastalandı, kıpırdayamaz ve konuşamaz derecede felç oldu. Doktorların “iyi olmaz” teşhisi üzerine Dyarbakıra’a getirildi, burada bir yıl kaldı. 1955-de tekrar Ankaraya döndü, Samet Ağaoğlu’nun yardımı ile Viyana’ya gönderildi. 13 Ekim 1956 tarihinde vefat etti. Cenazesi yurda getirilerek Ankara’da toprağa verildi.
Cahit Sıtkı Tarıncı sürekli bir hoşnutsuzluk, elem, üzüntü havası içinde yaşamıştır. Çehresinin güzel olmayışından, umduğunca yakışıklı bulunmayışından ve kadınların ilgisizliğinden yakınmıştır. Galatasaray muhitinin kendisine yabancı gelen hissizliğinden üzüntü duymuştur. Bağlandığı şiire hayatının anlamı sayacak kadar değer vermiştir. Hayatta intizamdan pek hoşlanmamış, fakat başkalarının mutlu yaşamalarına özenmiştir. Kırk yaşlarına kadar bekar kalmış ve bu süre içinde içkili, sohbetli, uykusuz ve düzensiz hayat yaşamıştır.
Zikr edilen haller C. Sıktı’nın şiirlerinde de yer alır. Bir umutsuzluk, güzel olmamasından dolayı rahatsızlık vb. Anne, ne yaptın?, Yalnızlık, Günlerim (Muhit, Haziran 1931), Günlerim (Servet-i künun, 04.06.1931), Ölümden Beter (Servet-i Fünun 186, 1931) ve bu gibi şiirlerinde anlatılır.
Anılan Anne, Ne Yaptın? (Servet-i Fünun 02.04.1931) şiirinde hayatındaki yalnızlıktan korktuğunu anlatır ve hayatın, yaşamın onun için bir anlamı olmadığından şikayet eder. Hele doğmadan önceki hayatını yaşamından üstün olduğunu edebi bir şekilde güzel biçimle söyler:

Anne sana kim dedi, yavrunu doğurmayı?
Sanki karnında fazla yaramazlık mı ettim?
Senden istemiyordum ne tacı, ne sarayı
Karnında yaşıyordum kafiydi saadetim.

Koynundan niçin attın yavrunu bütün bütün?
Bilmiyordun ki, o yalnızlıktan korkardı
El aç, yalvar gündüze, geceye boyun uzat
Bu uğurla bir ömür çürütmeye değer mi?


gibi dizeleriyle şiirleri ile kendi hayatının boşluğundan söz eder, yaşamından rahatsız olduğunu anlatır.
Kendinin güzel olmayışından dolayı düştüğü karamsarlık şiirlerinde de kendine yer alır. Ölümden Beter şiirinde:

Koynumda fakat neden, neden bu tatsız vücut?
Her busesi diken, can alıcı bir “Umut!”
Bu mudur bana Rabbim, bu mudur bana mev’ut?
Koynumda, fakat neden, neden bu tatsız vücut?
O ses bana!”-Vay, halin ölümden beter!” dedi.

mısralarıyla kendi hâlini, güzel olmayışından rahatsızlığını bildirir. Ve bu nedenden kızların onu sevmeyişinden duyduğu elemi başka şiirlerinde satırlara döker. Günlerim (Muhit, Haziran 1931 ve Servet-i Fünun, 04.06.1931) adlı şiirlerinin son kısmında olduğu gibi:

Bir sevgilim yoktur ki, duyuduğumu duyacak...

veya

Elimden kaçıb gitti çeşit çeşit güzeller;
İçlerinden hiç biri bana kısmet olmadı.
Yenmemiş bir meyvenin nasıl bilinir tadı?
Bir ses bana her akşam!” Çok becereksizsin!”der.


C.S.Tarancı üzüntülerini, hayatının tüm elemlerini şiirlerinde aksettiriyor. Karamsar ruha kavuştuktan sonra içkiye kurşanır ve herşeyi olduğu gibi şiirlerinde gösterir:

Şiir yazmaktayım bermutad
Rakı içmekteyim her akşam
Senden hatıralarla sarhoş.


Başka bir dizesinde:
Her kes rakı içer, az çok neşelenir;
Bense her içişimde efkarlanırım.


diye içkiyle efkarlandığından, dolayısıyla efkârını içkiyle dağıttığından bahseder.
Hosnutsuzluk içinde yaşar bır zamanlar Tarancı. Yalnızlıktan şikayet eder ve uykusuz kaldığını söyler. Yalnızlık ve uykusuzluk üzerıne epeyce şiir yazar. Bu şiirlerden bir kaçının adını zikr edebilirız ki, bunlar da aşağıdakılardır: Yalnızlık (Akademi, 15.05.1931), Gidiyorum (Akademi, Mayıs 1930), Uykusuzluk (Muhit, Ocak 1931). Bir uykusuzlık gecesi (Gündüz, 15.04.1936), Yalnızlık Mâcerası (Sanat ve Edebiyat gazetesi, 04.11.1947) Yalnızlığa dair (Varlık, 01.11.1943), Yalnızlığımız vs.
Ömrünün sonlarına doğru Hâtıra şiirlerine rastlarız. Memleket şiirleri ve Atatürk’e yazdığı birkaç şiir daha vardır. Hayatında yaşadığı aşkları da unutmaz ve sayısız aşk şiirleri yazar. Hatta bu şiirler içerisinden ilk aşkının Beşiktaşlı birisiyle yaşandığı belli olur. “Sevdalı” şiirinin ilk mısralarında görüldüğü gibi:

Gönül sende, göz yolda kaldı;
Ne postacı semtine uğrar,
Ne turnalar selam getirir;
Vefasız çıktın Beşiktaşlım
Sen ilk aşkım, ilk gözağrımsın;


dizesi dahi bunu gösterir.
Ona uğur getiren, söylendiği gibi ona bir şiir yarışmasını kazandıran ve şöhretini iyice artıran Otuz Beş Yaş şiirini (Ülkü, 16.12.1945 ve Yaratış 01.03.1946) yayınlatır. Otuz Beş Yaş yaşında olduğu dönemde yazdığı bu şiirde anlattıklarına dair Prof. Mehmet Kaplan şunları yazmaktadır: “Otuz beş Yaş şiirinde ne varlık ötesi, ne Tanrı, ne de insanı fanilik ve yalnızlık duygusundan kurtaran tarihi ve sosyal çevre vardır. C.Sıtkı vücudunda ve hayatında vukua gelen değişikliği, fâni bir varlık oluşunu ve ölümünü, ıstırap aramadan adeti çıplak bir gözle seyrediyor. Fenomenolojik görüş tarzı adını verebileceğimiz bu bakış, Türk Edebiyatında çok yenidir. Tarancı’nın böyle bir bakış tarzını benimsemesi yaşadığı devir ve mensup olduğu nesille yakından ilgilidir”.
Tarancı’nın şiirlerine yansıyan hayatının bazı anlarının açıklanmasına ilerdeki bölümlerde bakalım.

2. CAHİT SITKI TARANCI’NIN HAYATI VE ŞİİRLERİNDE KONU TASNİFATI

“Cahit Sıtkı Tarancı Cümhuriyyet döneminin okurlarca çok sevilen şairlerinden biridir. Varlık dergisinin 1957’deki bir soruşturması ile Otuz Beş Yaş adlı eserinin on dördüncü basıma ulaşması kanıtlamaya yeter”.
Asım BEZİRCİ

“Cahit Sıtkı, hayatta tek bir ideal tanımaktadır: Şair olmak. Şiirin dışında hiç bir şey onun ihtirası değildir”.
İnci ENGÜNÜN

1. GİRİŞ

XX asr Türk edebiyyatının en büyük temsilcilerinden biri de C.S.Tarancı’dır. O, ister yaşadığı dönemde, isterse de ölümünden sonra en çok okunan ve en çok sevilen şairlerden olmuştur.
C.S.Tarancı Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu tamamladığı ve toplumun kültürel, siyasi ve ekonomik yönden kemale ermeğe başladığı yıllarda yetişmişdir. Onun doğduğu şehir, Diyarbakır, kültür merkezlerinden uzak taşra şehri sayılabilir. Çocukluk yılları şark kültürünün hakim olduğu Anadolunun doğu şehirlerinde geçmekle birlikte gençlik yılları ve sonrası onun batı kültürünü yakından tanıyacağı İstanbul’da Saint Joseph Lise’sinde ve farklı Avrupa şehirlerinde geçmiştir.
Türk Edebiyatında bazı şairler kendilerinin fiziki olarak çirkin olduğunu düşünmüşler ve bir aşağılık kompleksine girmişlerdir. Ahmet Haşım gibi Cahit Sıtkı da böyle bir komplekse kapılmıştır. Şiirlerinde bu çirikinlik duygusu belirgin bir şekilde görülmektedir. Mesela,

Koynumda, fakat neden, neden bu tatsız vücut?
O ses bana: “-Vay, halin ölümden beter!” dedi.


Çalışmada bu konular daha teferrüatlı ve örneklerle anlatılmıştır.
Azerbaycan okuyucularının çok da yakından tanımadığı C.S.Tarancı’nın şiirleri ile bazı Azerbaycanlı şairlerin şiirleri arasında mukayeseler yapılmıştır. Bu şekilde hem bu çalışmayı yaparak ben C.Sıtkı’nın şairliği hakkında bilgi edindim, hem de bu çalışma Azerbaycan’da şairin tanınması yolunda acizane bir adım olarak atıldı.

ÖNSÖZ

Konusu sevimli Türk şairi C.S.Tarancı ve şiirleri olan bitirme çalışmamı yazmamda en büyük amacım onun hayatıyla şiirlerı arasındaki bağlılığı ve edebi kişiliğindeki özellikleri öğrenmektir. Şairin yalnızlık ve uykusuzlukla geçen gecelerinde yaşamış olduğu üzüntüleri şiirlerinde samimi olarak anlatması, onun kederli hayatı ve karamsar ruhu onu sevmeme sebep oldu ve bu sevgimden dolayı onu başkalarına da sevdirmek istedim.
Hayatını araştırdım, şiirlerini tahlil ettim ve ne söylemek istediğini anlamaya çalıştım.
Şiirlerinde ölüm teminin ağır bastığı Tarancı’nın karamsar hoşnutsuz yanlarıyla birlikte onun hayata, insanlara olan aşkının varlığını göstermek de hedeflerimden biriydi.
Bu çalışmamı okuyan herkes onun tezatlar içindeki ruhunu görebilecek ve İstanbul Türkçesinin en güzel şiirlerinin bir kısmını da C.S.Tarancı’nın diliyle sevme imkanına sahip olacaktır.
Bana bu çalışmamda yol gösteren danışman hocam sayın Pröf. Dr. Akif Hüseynli’ye ve bir çok kitapların bulunmasında yardımcı olan Pröf. Dr. Ömer Okumuş beye teşekkür ederim.